T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Kendi toprağında çileyi göğüslemek

Binbaşı Cengiz'in "şehadeti" vuku bulduğu yer, "bir yabancı toprağı" değil... Onun için, ailesi, orduya teslim ettiği evladlarının, bir "yabancı toprağı"nda öldürülmesine kınayıcı değil de, sahib-i aslî olarak, olaya Türkiye'nin "müdahil" olmasını istemelidir.

Nitekim, "Yıldırım" adlı eserden, geçen günlerden bahs edip, Mustafa Kemal'in 7. Ordu Komutanı olarak, Filistin'de yetkinin, kumanda görevinin Falkenhayn'a değil de, bir "Müslüman Paşa"ya verilmesi yönündeki raporuna işaret etmiştik.

Deniyordu ki, Filistin ve Hicaz için:

"Suriye, Filistin ve Hicaz'da emir ve kumanda sorumluluğunun bir Müslüman elinde bulunması cidden lâzımdı. Çünkü bu kumanda yalnız askerî gerekleri değil, aynı zamanda birçok dahilî, idarî ve yerel hususları da içermekte idi. Böyle bir yetkiyi hiç bir devlet kendi toprağında, hiç bir ecnebiye tevdi edemezdi." (Yıldırım, sh: 84, Askeri matbaa, İstanbul/1337/1921)

Şimdi, bizim hükümet, acilen bu duruma çözüm bulmadan önce, Binbaşı Cengiz'in şehit edildiği yerde, kanı kurumadan bir "anıt abide" dikmekle kendini yükümlü hissetmelidir.

Tıpkı, Suriye hudutları içindeki Caber Kalesi gibi, Filistin'de, 84 yıl sonra dökülen bir "Türk askerî kanı"nın abideleşmesi gerekir kanısındayız!..

Çünkü, benim de dedelerimin, baba ve ata cihetinden, bu topraklarda dökülmüş kanları var ve hiç bir zaman da "kabirleri"nden bir iz bulabilmiş değiliz.

Böylece de, Mustafa Kemal Paşa'nın ruhu kadar 7. Ordu'daki silah arkadaşlarının ruhu ve şanı taçlandırılmış olur!..

Zira, bir İsrail ki, bir adamı, bir vatandaşı için, hava alanları baskınları düzenleyip, korsan eylemleri unutulmuş değil! Onlara göre, İbranice yazılmış ve üzerinde "Süleyman yıldızı" olan her pasaport sahibine vaki tecavüz, saldırı ve sataşma "İsrail

Devleti"ne yapılmış gibi telâkki edildiğinden, her politik ve kültürel hareket karşısında olduğu kadar, sportif her ülke dışı seyahatte de, İsrail'in güvenlik güçleri ile ortaklaşa yapılırken, bir Jerusilam veya Macabbi basket takımlarının, diğer ülkeler gibi Türkiye'ye gelip gidişlerinde tam saha koruma ve soyunma odaları emniyeti gibi her şeylerine kadar karışır ve "silahlı güç" olarak görev yaparlar!

Nasıl olur da, anarşi ve terörün kol gezdiği topraklarda, bir "Türk hava subayı" silâhsız ve korumasız anarşi ve terör alanı içine sokulup, "kutsal topraklar"da şehadetine sebep olurlar ki?

İsrail, Filistinli teröristlere olayı mal edebilir veya, Filistinli kisvesine bürünmüş birer İsrail'li gerilladan da kurşun sekip, "bir Türk binbaşı şehit" edilmiş olabilir.

Türkiye için, önemli olan, kendi vatandaşının, bir "asker"in hem de "müstakbel havacı kurmay" olmaya namzet birinin "şehadeti"ni soracak bir dirayet ve celadet göstermesi, herkesin beklentisidir.

Bizim, AB içinde yer alıp almamakta, askerin de bir sözü, bir takım sesli beyanları, tartışma alanında bir sürü "spekülasyon"lara varacak noktaları bulunurken, ne diye şimdi, bu olayı, bir onur ve kimlik, tarihî topraklarda, bir nesil sonra, bir kerre daha "kendi ata yadigarı şehitler mezarı" topraklarda "garantör bir Türkiye" olarak kendini kanıtlamış bulunmasın?

Amma, bu üçlü iktidarla, nereye kadar varıldı ki, bu işten de bir başarı kazanılmış bulunsun?

Çünkü, bu iktidar, içerde de mefluç olmuş bir halde, her hali ile "grogi" bir halde!..

Değil mi, ki, anacığımın hangi kardeşimde olduğunu öğrenmek için açtığım telefonun karşısında, yeğenime "okul işleri nasıl gidiyor kızım?" diye sorunca, üzerime kaynamış su gibi terlememe sebep olan şu cevabı aldım:

"-Dayıcığım, artık polisler gitti, başımızı açtırıp, derslere giriyoruz!"

Acayip ve garayip ülkem! Afganistan'a gönderilen askerin ana babaları, eş ve çocukları, hareket sırasındaki törende, hepsi "sakallı ve başı örtülü" olduğu görülür!.. Önlerinde selam durulur, amma "baş örtülü eğitim tercihi" yapanlar ise, hor ve hakir bir halde kendi yurdunda yaşamanın ızdırabını yaşarlar da, kimsenin kılı bile kıpırdamaz...

Üstelik, bizim yazarlar kalkmış, "kadın dövülür mü, sevilir mi?" tartışması içinde, enerjilerini heba eder dururlar!..

Şu Refik Erduran'a baksınlar: Adam, 75'inden sonra, üç çocuk sahibioluyor, hem de Fransız ansiklopedistlerini taklîd edercesine. Nazım Hikmet'in anası kadar, kendisi de materyalist bir yol takip ederek, yaşlanan karısının, yanında büyüyen kızını alıp, karı/eş olarak çoluk-çocuğa karışır!

Bizim, komşu yazarlar, bilmezler ki, kadın, defolu ve silikonlu olmadıkça, dövülmez, "sevilir ve okşanır" olduğunu bilmez bir haldeler ki, Filistinli kadınlar kadar, Antalyalı binbaşı'nın eşi ve anası, feryat edip dururla da, seslerine kulak tıkarlar!..

"Ana başa tac imiş/Her derde ilaç imiş!
Bir oğlan pîr olsa da/Anaya muhtaç imiş!"

Not: Bu ortamda stres atmak isteyenler, "Ali" filmine gitsin! Ali'nin attığı her yumrukla rahatlamış olurlar!


29 Mart 2002
Cuma
 
SADIK ALBAYRAK


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED