AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
Bilgisayar ve kutsal: Yaratıcılık, akışkanlık ve râbıta (1)

Kendimi ve dolayısıyla sizi, medya vâsıtasıyla ve medya vasatında üretilen yapay, sahte, sanal, sığ, ayartıcı, baştan çıkarıcı, hedef saptırıcı, uyuşturucu ve uyuzlaştırıcı medyatik gündemlerden kurtarmaya çalışıyorum.

Medyalar, esas itibariyle hem gücün, küresel veya lokal güç ve çıkar odaklarının "ses"çiliği ve "sözcü"lüğüne soyunarak, hem de bizâtihî her yerde hâzır ve nâzır olmaklıklarının verdiği gücü kullanarak, aslında bizi -iki anlamıyla da- sürgit "makaraya sarıyorlar": Dünyada, etrafımızda neler olup bittiğini biz bizzat bilmiyoruz. Her yerde hâzır ve nâzır (dolayısıyla Tanrı'nın metaforu olan ve karikatürü rolü oynayan) medyalar vâsıtasıyla dünyada, etrafımızda neler olup bittiğini öğreniyoruz; ya da öğrendiğimizi sanıyoruz!

Oysa bütün medyaların yaptıkları şey, (bizi çok sevdiklerinden ve düşündüklerinden olsa gerek!) bizim adımıza, bize dünyada ve etrafımızda olup bitenleri "göstermek"ten, (böylelikle bizi düşünme ve anlama zahmetine katlanmaktan kurtarmaktan ve "çocuklaştırmak"tan!) ibaret. Ama hiç düşünmüyor ve göremiyoruz ki, "gören göz" biz değiliz. Aksine, medyalar vâsıtasıyla "gösterileni görüyoruz"; orada bilfiil olup biteni, yaşananı ve vukû bulanı değil. Medyalar, bize, hep görünür olanı, gösterilmesi "gereken"i ve "istenen"i gösteriyor; gösterilmesi istenmeyeni ise sürgit es geçiyor! (Örneğin bir vakitler, TRT'nin 1980'lerde başörtüsü sorununu haber olarak verirken bile, haberin birincil öznesi olan başörtülüleri göstermeMek için zavallı kameramanları nasıl yorduğuna acı acı gülümsediğimi çok iyi hatırlıyorum!)

Hâl böyle olunca, biz, insan tekleri olarak, Özne (=gören, tanık olan, tecrübe eden) olamıyoruz; sadece Nesne (=medyanın bize gösterdiğini / gösterdiği kadarını gören, medyanın sunduğuna tanık olan, medyanın tecrübe etmemizi arzuladığı şeyi tecrübe eden) oluyoruz.

İşte benim bu sütunda yapmaya çalıştığım en temel şeylerden biri, medyanın özne konumuna geçtiği bir dünyanın bizi nasıl nesne konumuna düşürdüğüne; medyanın her yerde hâzır ve nâzır konumu ile nasıl ayartıcı, baştan çıkarıcı tanrısal bir konuma yerleştiğine dikkat çekmek ve medyatik gündemleri kırmaya ve aşmaya çalışarak dünyada ve etrafımızda olup biten şeyleri anlamaya ve anlamlandırmaya çaba göstermek.

Yapmaya çalıştığım şeylerden biri de şu: Türkiye'de pek yapılmayan bir şeye soyunarak, medya üzerinde, medyanın doğası, mâhiyeti ve dili üzerinde düşünmek, sizi de bu konuda düşünmeye çağırmak ve böylelikle çağımızı, dünyamızda ve etrafımızda olup bitenleri bir de medya üzerinde/n düşünerek anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmak.

Çağımız en geniş anlamıyla "medya" çağı. O yüzden ben, çağımızda hâkim olan temel kavramların ve kurumların üreticisi olan Batı uygarlığını medya uygarlığı olarak adlandıracağımızı düşünüyorum.

Batı uygarlığını, iki düzlemde medya uygarlığı olarak tanımlıyorum: Birincisi, "araçsal akıl"a dayandığı için; ikincisi de, küre ölçeğinde kurduğu hegemonyayı medyalar (vâsıtalar) vâsıtasıyla ürettiği, korumaya ve pekiştirmeye çalıştığı için.

"Araçsal akıl", kısaca ve özetle, araçların, amaç hâline getirilmesi demek. Yani güç, iktidar ve haz veren ve üreten her vâsıtayı, her aracı elde etmeyi, kontrol etmeyi yegâne amaç hâline getirmek. Böylelikle bilimi, teknolojiyi, askerî teknolojiyi, parayı, psikanalistlerin "insanın ikincil özellikleri", Kur'ân'ın ise insanı "esfel-i sâfilîn"e, yani "aşağıların en aşağısı" derekesine düşüreceğini söylediği içgüdüsel / "hayvânî" özelliklerini (=seksi, ben-merkezciliği, açgözlülüğü, kibri, çıkar-perestliği, fırsat-perestliği, bencilliği) hâkim kılmayı insanın varoluş serüveninin tek amacı olarak belirlemek. Dolayısıyla insanın içgüdüsel ikincil özelliklerini ve dürtülerini insanın birincil özellikleri katına yükseltmek.

Oysa içgüdüsel / dünyevî ikincil özelliklerinin, insanın aşkın / ulvî birincil özelliklerini bastırdığı bir dünyada, insanın kendisini de, doğayı da, diğer insanları ve toplumları da, Tanrı'yı da kontrol altına alması ve karikatürleştirmesi kaçınılmazlaşmaktadır.

Peki, bu ne demektir? Elbette ki, insanın hayatın ve her şeyin anlamını, varoluş hikmetini anlamasına yardımcı olan birincil (ahlâk ve değerlerin/in kaynağı) aslî özelliklerini yitirmesi ve içgüdüsel / dünyevî ikincil özeliklerinin (gücün, güç üreten bütün bilimsel, teknolojik aygıtların ve söylemlerin, paranın, içgüdülerinin) tanrısallaştırılması, putlaştırılması ve insanın hem araçların, hem de içgüdüsel / dünyevî, ikincil, arızî özelliklerinin, iştihalarının kulu, kölesi ve esiri olup çıkması demektir. Arızî özelliklerin aslî özellikleri bastırması, kontrol altına alması, elbette ki, hayatta türlü büyük ârızaların sökün etmesine, insanınsa türlü araçların taarruzlarına maruz kalmasına yol açacaktır.

Sonuçta, insan-doğa-kozmik dünya-Yaratıcı arasındaki adalete, mîzân'a (dengeye, harmoniye) dayalı ilişki ve irtibatların alt üst olması ve dolayısıyla dünyada hakkaniyetin, adaletin, hukukun, hakîkatin değil; sömürünün, adaletsizliğin, hukuksuzluğun, yalanın, dolanın, ayartıcı kandırmaca biçimlerinin hâkim olması kaçınılmaz hâle gelecektir. Meselenin birinci boyutu bu.

İkinci boyuta ve düzleme gelince... Burada, bizzat medyanın kendisini kastediyorum: Batı uygarlığı, dünya üzerindeki hegemonyasını, aynı zamanda -ama büyük ölçüde- medyalar vâsıtasıyla ürettiği, dolaşıma ve tüketime girdirdiği anlam, imge ve sembol trafiğini kontrol ederek gerçekleştiriyor. Bu trafiğe hâkim olamadığı zaman, hâkimiyetinin büyük yara ve darbe alacağından korkuyor. O yüzden Afganistan işgali sırasında küre ölçeğinde hâkim olan bu medyatik trafiğin tek-yönlü akışını bozan bir tek televizyon kanalının (el-Cezîre'nin) varlığı bile Amerikalıların ürkmelerine ve tepelerinin atmasına yetmişti. Aynı şeye Irak işgali sırasında da tanık olduk bildiğiniz gibi. (Buradan, medya uygarlığı dediğim şeyin ne denli kırılgan / fragile özelliklere ve temellere sahip olduğu sonucunu da çıkarabiliriz rahatlıkla. Ama bu ayrı bir tartışma konusu).

Görüldüğü gibi, medyalar, kontrol ve kolonizasyon vâsıtaları (veya Heidegger'in deyişiyle "kameranın izleyiciye yöneltildiği bir silah") olarak işlev görüyor. Medyalar, gücün gücünü pekiştiren bu özelliklerini, sahip oldukları -sanal ve kurmaca da olsa- vasat oluşturucu güçlerinden alıyorlar.

Tam bu noktadan asıl konumuza geçiş yapabiliriz. Özelde bilgisayarlar, genelde ise internet de kontrol ve kolonizasyon vâsıtaları ve vasatları olarak işlev görüyorlar. Ama bilgisayarların ve dolayısıyla internetin "özgürleştirici" bazı önemli özellikleri ve "vaatleri" de var. Bunları da Çarşamba günkü yazıda tartışalım...


21 Temmuz 2003
Pazartesi
 
YUSUF KAPLAN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED