| Türkiye'nin birikimi... |
|
|
|
|
Söyleyecek sözü olmak
Anlatıldığına göre, Portekizli yazar Jose Saramago (1998 Nobel Edebiyat ödülü sahibi) yazmaya 1979 yılında başlamış. O tarihe kadar hayatını kazanmak için çeşitli işlerde çalışmış: sağlık görevlisi olmuş, yayıncılık, çevirmenlik, gazetecilik yapmış. Dışardan bakan birisi için, onun çalıştığı bu işlerin de yazmaya yabancı olmadığı düşünülebilir. Özellikle gazeteciliğin bir yüzü "yazı" ile doğrudan ilişkilendirilebilir. Ne var ki, gazetecinin kendisi kendini yazar saymaz, o gazeteci olduğunu söyler. Her ne kadar mülakat yapmak, röportaj yapmak veya bir haberi aktarmak kendine özgü bilgi, beceri, dahası icatçı bir kafa yapısı gerektirmiş olsa da, yazarla gazeteci arasında fark gözetilir. Her ikisinin de başlangıçtaki amaçları ne yapmak istedikleri birbirinden ayrı sayılır. Bu itibarla Saramago gazetecilikle uğraşmış olsa da, bu işi yazarlık olarak telakki etmemiştir. Nitekim yazarlığa başlamaya karar vermesi de, onun, gazetecilik yaptığı yıla denk düşüyor. 1979 yılında editörlüğünü yaptığı komünist gazetenin, antikomünist bir saldırıya uğraması üzerine, bir komünist olarak söyleyebileceği şeylerin olduğunu düşünüyor ve yazar olmaya karar veriyor. O, söyleyecek şeyi olduğunu birdenbire (bu saldırı olayı vesilesiyle) keşfediyor. Ancak birikimi elbette birdenbire oluşmuş değildir. O birikim dışavurmak için bir bahane kolluyordu. O bahane bir biçimde, bence, dışavuracaktı. Geç ya da erken. Saramago, bu bahaneyi saldırı vesilesiyle yakaladı. Bu vesile başka bir biçimde de zuhur edebilirdi. Ama acaba hiç zuhur etmeden de kalır mıydı, bilemem (esasen bu durum ancak muhal bir faraziye olmaya da yazgılıdır). Mesele şudur: o birikim dışavurmak, başkalarına aktarılmak üzere bekliyordu. Ancak her fikir, her format içinde dile getirilemez, getirilse de kendi aslî formatını bulmadıkça etkili olmaz. Her gün, herkesten nice güzel şeyler işitiyoruz. Ama iş, bunların yazıya aktarılmasına gelince, insanların orada tıkandığı gözleniyor. Niye? Çünkü "sohbet" olarak söylenen bir fikrin, iletilen bir duygunun, başka bir form içine sokulabilmesi için onun üzerinde başka biçimlerde uğraşmak gerekir. O duygunun veya düşüncenin gerektirdiği form bulunmadıkça, söylenen şeyler istediği kadar önemli ve değerli olsun, elde edilmek istenen etkiyi sağlamaz. Yazarın becerisini de, bir bakıma bu değinilen olguya bağlamak yanlış sayılmasa gerek: o, söylediği şey öyle üstünde durulmayı gerektirmeyecek bir şey olsa da, onu üstünde durulmaya değer olarak aktarmasını becerir. Bu, onun işidir. Dostoyevski'nin Suç ve Ceza romanının konusunu bir gazete haberinden aldığını biliyoruz. Aynı gazete haberini ondan başka daha kimbilir kimler okudu. Ama onu roman formuna oturtan bir o çıktı. Kaldı ki, aynı haberin gazete haberi olarak aktarılmasıyla roman olarak aktarılması arasındaki farka dikkat etmek gerekiyor. Demek ki, söyleyecek sözü olmak yetmiyor, aynı zamanda onu nasıl söylemek gerektiğini de bilmek gerekiyor. Ve de son tahlilde, insanın hem söyleyecek sözü olduğunu, hem de onu nasıl söylemesi gerektiğini farketmesi öne çıkıyor.
rozdenoren@yenisafak.com
|
|
| Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya | Kültür | Yazarlar |
| İnteraktif: Mesaj Formu | ABONE FORMU | İNTERNET TARAMA FORMU | KÜNYE | ARŞİV |
|