|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bir 'dil'i diriltmek
"Bir Felsefe Dili Kurmak" kitabınızın altbaşlığı "Modern Felsefe ve Bilim Terimlerinin Türkiye'ye Girişi". Bu başlık ister istemez dil, ilim dili, felsefe dili adlandırmalarını akla getiriyor. Bu dil kategorileri arasında ne tür ilişkiler var? Ana başlık şüphesiz dil yani insanoğlunun nâtıkası. Düşünme eylemi dilin zihnî bir şekle dönüşmesi ise düşüncelerin ifadesi de dil vasıtasıyla ete kemiğe bürünüyor. Bir başka deyişle dilin gücü ve ihata kabiliyeti düşünmenin ve bir derdi, bir iddiayı dillendirme süreçlerinin muhteva ve istikametini de gücünü de tayin ediyor. Büyük iddia ve davalar kendi talep ve seviyelerine uygun bir dil buluyor, inşa ediyor da diyebiliriz. Bu açıdan bilim dili ve felsefe dilini dil anabaşlığının şubeleri olarak düşünebiliriz. Yalnız bir başka zaviyeden baktığınızda (b)ilim dilinden bağımsız olarak düşünemiyeceğimiz felsefe dili, en geniş mânasıyla dilin en üst ve soyut imkânlarına kavuştuğu katman olarak değerlendirilebilir. Günümüz Türkiyesinde bilim dili ile felsefe dili arasında zaruri bir ilişki yokmuş gibi gözüküyor... Evet böyle yanlış ve dikkatle bakıldığında çelimsiz olduğu hemen farkedilecek bir görüntü var. Bunun sebepleri, modernleşme döneminde farklı anlamlar kazanan ve geleneksel ilim anlayışıyla irtibatları gittikçe dağılan "ulûm ve fünûn" dairesiyle alakalı olmalıdır. İslâm dünyasındaki modernleşme projelerinin aktüel ihtiyaçlar doğrultusunda teknik-teknolojik bilimlerle müsbet/fen bilimlerini öne çıkarması, neticeleri itibariyle de dinî ilimlerle riyazî-hikemî ilimlerin önemli bir kısmını gerilere doğru itmesi veya hiyerarşilerini, muhtevalarını değiştirip dönüştürmesi böyle bir görüntüyü hazırlıyor. Halbuki bütün medeniyet havzalarında bilim dili ile felsefe dili arasında zaruri bir ilişki var. İslâm ilim ve kültür mirası dahil olmak üzere insanlık tecrübesinin tarihine baktığımızda bugün bizim bilim dediğimiz alanların büyük ölçüde felsefenin altbaşlıkları olarak telakki edildiğini ve böyle bir çerçevede ele alındığını göreceğiz. Bildiğiniz gibi bugün yalnız doktorlar için kullandığımız hekim (hakîm) kelimesi aynı zamanda filozof ve bilge kişi demek. Kitabınızdan anlaşıldığına göre Osmanlı topraklarında modern batı felsefesi ve bilim mirasını bir şekilde İslâm dünyasına aktarabilmek için İslâm felsefesi ve bilim mirası ciddi şekilde yeniden gözden geçiriliyor ve batılı kavramlara karşılıklar bulmak için ortak kaynak dil Arapça kabul ediliyor. Burada bazı sıkıntılar yok mu? Sıkıntı olmaz olur mu? Bütün bu çabalar zor zamanların mahsulleri, büyüklükleri de bu yüzden. Her şeyden önce modern batı felsefesi ve biliminin kavramlarını ve problemlerini İslâm dünyasına aktarmanın bir fantezi olmadığını ve gelişigüzel yapılmadığını söylememiz lazım. Bu büyük çabalar İslâm dünyasının kurtuluşu için yani büyük bir iddia ve dava uğruna gösteriliyor. Dolayısıyla batılı problem ve kavramların burada neye, nasıl, ne derecede tekabül ettikleri çok önemli. Bunun için de İslâm ilim ve felsefe mirasının, felsefe-kelâm-mantık-tasavvuf-fıkıh usûlü başta olmak üzere yeniden okunması ve günün ihtiyaçlarına uyarlanması gerekiyor. Batıdan aynen aktarma yaptığınız zaman bu size ait bir şey olmayacak/sizin işinize yaramayacak, tarihin derinliklerine doğru uzanan bir önceki mirasınızı aynen sürdürdüğünüz zaman da bunalımı aşamayacaksınız. Arapça meselesine gelince; kitapta da örnekleriyle belirttiğim gibi farklı fikir akımlarına mensup aydınlar arasında bu konuda ittifak var. Türkçü-milliyetçi Ziya Gökalp, materyalist Baha Tevfik dahil olmak üzere hepsi modern terimlere karşılık olmak üzere bulunacak kavramların Arapça menşeli olması gerektiğini savunuyor ve şunu söylüyorlar: Felsefe ve bilim kavramları açısından batı dilleri için Latince ve Grekçe ne ise İslâm dünyası ve müslümanların kullandığı diller için de Arapça odur. Felsefe grubu, güzel sanatlar ve bilimlerle ilgili terim sözlükleri ve bu dallara dair telif tercüme eserler -ki sayıları hayli kabarıktır- bu temel ilke doğrultusunda gerçekleştiriliyor. Hatta Türkçe terim karşılıklarının Arapça menşeli olması dolayısıyla Mısır ve Suriye başta olmak üzere İslâm dünyasının değişik coğrafyalarındaki modern felsefe terimlerine dair çalışmalar İstanbul'da gerçekleştirilen çalışmalardan ciddi ölçüde etkileniyor ve yararlanıyor. Bu büyük miras Cumhuriyet devrine intikal etmedi mi? İntikal etti fakat siyasî ve ideolojik sebepler yüzünden devam etmedi, edemedi. Harf inkılabı ve güneş dil teorisine rağmen bu birikim 1933 üniversite reformuna -tasfiyesine demek daha doğru- kadar varlığını ve canlılığını muhafaza etti. Hatta tadil ve tashihler gördü. Çünkü 1933'te lağvedilen Darülfünun'un hoca ve talebe kadroları, bizim birçok açıdan ortaya koymaya çalıştığımız bu sahadaki çalışmaların yapıldığı II. Abdülhamit ve II. Meşrutiyet devrinde yetişmiş insanlardı. Cumhuriyet devrinde hazırlanmış ve basılmış ilk felsefe terimleri sözlüğünün 1942 tarihini taşıyor olması da bu açıdan dikkate alınmalı. Bu devâsa çabalar bugün için ne anlam ifade ediyor diye bir soru sorsak...
Bu soruyu ben de soruyorum. Cevabım kısaca şöyle: Bugün Türkiye'de özelde felsefe terimleri, genelde terim problemi çözülmüş veya belli bir seviye tutturulabilmiş olsaydı tarihî olanla aktüel olanı daha rahat ayırabilirdik. Eğer problem halledilmiş değilse -ki birçok uzman ve aydına göre değildir- o zaman Cumhuriyet devrini de hesaba katacak şekilde yakın geçmişin birikimi bütün kuvvet ve zaaflarıyla bizim hayati bir meselemiz olarak yeniden ve soğukkanlılıkla ele alınmalıdır. Ayrıca burada felsefe terimleri çerçevesinde konuştuğumuz çalışmalar, tahmin edilebileceği gibi aynı zamanda yakın dönem siyasî tarihi, edebiyat, sosyoloji, ilahiyat çalışmaları için de vazgeçilmezdir. Çünkü modern felsefe terimleriyle uğraşanlar aynı zamanda müderris, edebiyatçı, tarihçi, dilci oldukları gibi bu sahalarda eserler de vermişlerdir. Onları üst düzeyde anlamak bizzat katıldıkları veya etkilendikleri bu çalışmaların iç mantığını anlamaya bağlı olsa gerektir. Dergah Yayınları, büyük boy, 392 s., Tel. 0212-519 04 21
|
|
|
|
|
|
|
|