T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Amaç, "terörizmle savaş" mı?

Amerikalılar, ne yapmak istiyor? Bence cevabı araştırılması gereken en esaslı soru bu; ama çağımızın papazları gazetecilerle, çağımızın kahinleri stratejistler, böyle bir soruyu sormak bile istemiyorlar. Neden? Nedeni şu bence: Bu soru karşısında, -amiyane deyişle- "çuvallayacaklarını" ya da böyle bir soruyu gündeme getirmenin işlerine gelmediğini çok iyi biliyorlar.

Evet, Amerika, ne yapmak istiyor? Terörizmle savaşmak, terörizmin kökünü kurutmak mı? Güldürmeyin, Allah aşkına!

Amerika, terörizmle savaşmak filan istemiyor. Amerika'nın yapmak istediği birkaç önemli şey var: Birincisi, durumdan vazife çıkarmak için, işine nasıl geliyorsa öylece bir terörizm sorunu icat etmek, ardından da terörizm gibi ürkütücü bir sorunla mücadele ediyor havası vererek dünya üzerindeki hegemonyasını pekiştirmenin yollarını araştırmak. İkincisi, terörizm gibi kimsenin kayıtsız kalamayacağı bir sorunla mücadele ediyormuş gibi yaparak, son otuz yıldan bu yana sürekli tırmanma eğilimi gösteren, dünya sisteminin önünde "çakıl taşı" işlevi gören İslami söylemlere ve oluşumlara nihai darbeyi vurmak.

Amerika, tam bir "numara" çeviriyor; dünyayla adeta dalga geçiyor. Şu an çağımızın ruhu (Zeitgest'ı) haline gelen iki yüzlü (cynical) postmodern bir tavır takınarak; terörözmle mücadele ettiğini söylüyor; ama gerçekte yapmak istediği şey; hegemonyasının önündeki en yakın tehdit olarak algıladığı ve konumladığı İslami söylemlere ve oluşumlara ölümcül bir darbe vurarak, İslam'ın dünya düzenine meydan okuma potansiyelini tümden iptal etmek.

Amerika'nın yapmak istediği şey, tarihin akışını belirleyebilecek denli köklü bir şey. O yüzden soruna, geniş kapsamlı bir tarihsel açıdan, medeniyetler tarihi perspektifinden bakılması durumunda Amerika'nın ne yapmak istediğinin anlaşılabileceğini ve anlamlandırılabileceğini düşünüyorum.

Burada dikkat edilmesi gereken ama nedense gözden kaçırılan yakıcı bir gerçek var: Amerika, terörizmle mücadele ettiğini söylerken Rusya'nın da, Çin'in de, Avrupa Birliği ülkelerinin de Amerika'ya yürekten omuz verdiğini görmüyormuş gibi yapıyoruz. Rusya'nın da, Çin'in de, Avrupa Birliği ülkelerinin de orta ve uzun vadede başlarını ağrıtacak temel gelişme, İslam'ın siyasi, ekonomik, kültürel, toplumsal ve entelektüel bir aktör olarak yeniden tarih sahnesine çıkma emareleri göstermeye başladığı gerçeğidir.

Dünya siteminin temel aktörleri, İslam'ın tarih sahnesine belirleyici ve aktif bir aktör olarak yeniden çıkması önlenemediği takdirde; haksızlıklar, adaletsizlikler, bencil çıkarlar ve eşitsizlikler üzerine kurulmuş olan dünya sisteminin çatırdayacağını çok iyi biliyorlar. O yüzden terörizmle mücadeleyi bahane ederek ve paranoyak bir tavır takınarak, İslam'ın bir aktör olarak yeniden tarih sahnesine çıkmasını önlemek için işbirliği yapıyorlar.

Burada izlenen iki yöntem var: Birincisi, İslam dünyasında işbaşında olan, beceriksizlikleri, hırsızlıkları, hortumculukları her bakımdan kanıtlanan seküler rejimleri ayakta tutmaya çalışmak. Bunun için, müslüman toplumların, kendi kaderlerini ve geleceklerini kendilerinin belirlemelerine imkan tanıyacak tüm yolları sofistike ve sinsice yöntemlerle tıkamak. Her ne suretle olursa olsun, müslüman toplumların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemeye başlamaları, doğal, insani, kültürel zenginliklerinin dünya sisteminin sömürgenlerine peşkeş çekilmesine son vereceği için (ki, İran bunun çarpıcı bir örneğidir) müslüman toplumların kendi kaderlerini kendilerinin belirlemelerini önlemeye çalışıyorlar.

Terörün bahane edilerek İslam'ın dünya düzenine meydan okumasının önlenmesinin daha esaslı nedeni ise şu: Batılılar da çok iyi biliyor ki, İslam, yüzyıl öncesine kadar, farklı dinlere, kültürlere, etnisitelere mensup toplulukları barış, adalet ve dayanışma temelleri üzerinde bir arada yaşatmayı başarmış yığınla tecrübe üretmiştir. Sadece bir örnek: Avrupalıların daha düne kadar aynı dine, aynı kültüre sahip olmalarına rağmen yüzyıllarca birbirleriyle kavga ettikleri bir zaman diliminde Osmanlı, Avrupa sömürgeciliğinin ve yayılmacılığının kendisini de tehdit ettiği bir dönemde farklı dinlere, kültürlere ve etnisitelere mensup toplulukları adaletle, barışla ve dayanışma ruhu ile bir arada yaşatmayı başarmıştı.

Batı'da "toplum bitti" (Baudrillard); insan, fena halde bencilleşti ve "yok oldu" (Foucault). Hayat, bir anlamsızlıklar kaosu haline geldi. Felsefi anlamda köklü bir anlam krizi ve özgürlük kaybı sorunu yaşanıyor. İşte böylesi bir ortamda İslam'ın insan onurunu, şahsiyetini, asaletini; bireysel ve toplumsal ahlakı, dayanışmayı ve adalet duygusunu esas alan; insanın hem iç, hem de dış dünyasını; hem özel, hem de kamusal hayatını aynı anda anlamlandıran evrensel mesajının bu dünyaya söyleyeceği çok önemli şeyler var.

Unutmayalım: İslam, Endonezya gibi İslam dünyasının periferisinde yer alan bir ülkeye son iki yüz içinde yayılmıştır ve bugün Endonezya, en büyük, en kalabalık müslüman ülkedir. İslam'ın her geçen gün "şeytanlaştırıldığı", terörle, kan emicilikle, fanatizmle özdeşleştirildiği bir ortamda bile Batı'da en çok yayılan din olması, sanırım pek çok şeyi kendiliğinden açıklamaya yetiyor olsa gerek. İslam'ın önüne kalın duvarlar örülmemiş ve müslümanlar da "primitifliklerinden" kurtulmuş olsa, hem İslam dünyasında, hem de Batı'da İslam'ın önünde kimsenin duramayacağını, İslam'ın evrensel ve kuşatıcı mesajına kimsenin kulak tıkayamayacağını söylemek asla bir kehanet değildir.

Amerikalıların da, dünya sisteminin diğer bezirganlarının da öncelikli sorunu, terörle filan savaşmak değil, sağ gösterip sol vurarak, İslam'ın yeniden tarih sahnesine çıkmasını önlemeye çalışmaktır.


8 Ekim 2001
Pazartesi
 
YUSUF KAPLAN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED