|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Çarşamba günü, Genel Kurul'da gündem dışı yaptığım bir konuşmayla, milletvekili arkadaşlarıma veda ettim. Bugüne kadar, Meclis, ilk defa böyle bir olaya sahne olmuş. Genelde, milletvekilleri, konuşmalarına fırsat verilmeden apar topar düşürülüyorlar. 27 Mayıs ve 12 Eylül sonrasında, milletvekillerinin hepsi koltuğunu, Parlamento feshedilince kaybetti. DEP'liler yaka paça Parlamento'dan atıldı; Refahlı üyelerin ise herhalde akıllarına bir veda konuşması yapmak gelmedi. Belki de, 28 Şubat'ın o ilk döneminde, gerginlik o kadar fazlaydı ki, konuşmanın ortamı hazır değildi. Bir ilki gerçekleştirirken, özellikle parlamenter arkadaşlarımdan ve halktan gördüğüm olumlu tepki beni çok sevindirdi. Bu arada, gündem dışı konuşma yapma fırsatını bana veren ve süremi de 2-3 dakika uzatan Meclis Başkanvekili Kamer Genç'e de teşekkür etmek isterim. Genç, "Keşke seçilmiş olanlar, gene halkın oylarıyla gitse" dedi. Onun bu samimi temennisini paylaşıyorum. Aslında siyasi yasaklar Türkiye'nin ayıbı. Meclis'teki veda konuşmam
Konuşmamın tam metnini aşağıda yayınlıyorum: Sayın Başkan, değerli milletvekili arkadaşlarım, Anayasa Mahkemesi'nin 22 Haziran 2001 tarihli kararı sonucunda -laik cumhuriyete karşı geldiğim iddiasıyla- milletvekilliğim düşürüldü. Bu yüzden veda konuşmasını yapmak için söz almış bulunuyorum. Hepinizi saygı ile selâmlıyorum. 1950'lerden beri politika yapan bir aileden geliyorum. Siyasi kıyametleri çok yakından yaşadım. Babam Muammer Çavuşoğlu, Demokrat Parti milletvekili ve bakanlarındandı. 27 Mayıs'ta siyasi yasaklı oldu. Dayım Turhan Kapanlı, Adalet Partisi'nin milletvekili ve bakanlarındandı. O da 12 Eylül'de siyasi yasaklı haline geldi. İrtica kelimesi ile adımın birlikte anılmasını yadırgamamak mümkün değil. Mazim de, kimliğim de, hakkımda ortaya atılan laik cumhuriyet düşmanı suçlamasını haklı çıkarmaz. Ben de, ailemin diğer fertleri gibi, bir siyasi kazazedeyim. 28 Şubat'ın kurbanıyım. Kaderimden şikayet ediyorum sanmayın. Çünkü, milletime haysiyet ve şerefimi koruyarak hizmet ettim. Parlamento'dan başım dik olarak ayrılıyorum. Merve Kavakçı seçilmiş ve Yüksek Seçim Kurulu tarafından kendisine mazbatası verilmiş bir milletvekiliydi. Birlikte Genel Kurul salonuna girdik. Yanımızda başka milletvekilleri de vardı. Kavakçı'ya dönüp, "Senin başın kapalı, sen vebalısın, cüzzamlısın, benim yanımda görünme mi" diyecektim? Böyle bir davranışı kendime hiç yakıştırmam. Kaldı ki, başörtüsü özgürlüğünü, laikliğin tabiî bir neticesi olarak görüyorum. Bırakınız Meclis'ten ihraç edilmeyi, boynuma ilmik geçirilse dahi, son nefesimde gene inandığım doğruları savunmaya devam ederim: Özgürlüklerin genişletilmesini talep etmek, hiçbir zaman laikliğe aykırı değildir. Ama, başörtüsü takma hakkını sadece yaşlı anamız veyahut köydeki bacımız için istemek yeterli değil. Başörtülü kadın, özgürce siyaset de yapabilmeli, başörtülü genç kızlarımız üniversitelerde bir baskıya maruz kalmadan okuyabilmeli. Çünkü demokrasi, özgürlük, eşitlik, adalet kavramlarının bir sentezidir. Farklı dünya görüşlerinin, hayat tarzlarının, farklı amaç ve ideallerin kabulü anlayışına dayanır. Kendi tercihinin yegâne meşru tercih olduğunu savunan, topluma, "iyi - kötü", "ilerici - gerici" anlayışını dayatmaya çalışan, hoşgörüsüz insanların elinde demokrasi gemisi, karaya oturmaya mahkûmdur. Laikliği de bu bağlamda incelemeliyiz. Dinin, kamu hayatında her türlü tezahürünü tahdit etmeye yönelik totaliter laikliğe elbette karşıyız. Laiklik, devletin temel nizamının dini esaslara bir bütün olarak dayandırılmaması, din kurallarının herkes için emredici bir nitelik taşımamasını gerektirir. Ama madalyonun bir başka yüzü daha var. Laiklik, dinin ve dindarın özgürleşmesidir, din ve vicdan hürriyetidir. Laik devlet, toplumda var olan görüş farklılıklarının, değişik hayat tarzlarının, barışçı biçimde sürmesini sağlar. Laiklik barış şemsiyesidir. Evet Merve Kavakçı, görünüş itibariyle "ötekini" temsil ediyordu. Parlamento çatısı altında görev yapması, eğer müsamaha gösterilseydi, halâ diri olan bir çok sorunun barış içinde hallini kolaylaştıracaktı. Toplumdaki çoğulculuğun -buna farklı hayat tarzları da dahil- siyasete yansımasına izin verilmeliydi; verilmedi. Hukuku, yürürlüğe konulmuş yasalardan ibaret görmeyelim. Çünkü yasalar, despot bir iktidarı güçlendirmek için de çıkarılmış olabilir. Bir dünya nizamına inanıyorsak, her insanın, doğuştan sahip olduğu hakların varlığına da inanmalıyız. Doğal hukuk, kişilere, devlet karşısında, siyasi iktidarın keyfiliği karşısında, korunmuş bir özel özgürlük alanı sağlıyor. Bu doğal haklar, hayat hakkıdır, düşünce ve inanç özgürlüğüdür, mülkiyet hakkıdır, adil yargılanmadır. Ağır bir töhmet altında kaldığım ve hiç savunmam alınmadan laik cumhuriyete karşı olduğum iddiasına muhatap bırakıldığım için, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne -adil yargılanma ilkesi ihlâl edildiği gerekçesiyle- başvuracağım. Keşke Meclisimiz böyle bir hatayı kendi telâfi edebilse. Yasaksız bir Türkiye'ye adım atmak aslında bizim elimizde. Değerli arkadaşlarım, Parlamenterlik hayatımda, güç odakları karşısında boyun eğmemeye gayret ettim. Ateşten bir gömlek giydiğimi bilerek böyle davrandım. Bir bedel ödeme ihtimali gözümü korkutmadı. Çünkü düşündüm ki: "Ben yanmasam, sen yanmasan, biz yanmasak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa." "Sen de kimsin" diye aklınızdan geçirebilirsiniz. Ben, denizde bir katreyim. Çölde bir kum parçası bile değil. Gagasında su damlası taşıyan güvercin, büyük ateşi söndüremese bile, iyi niyetli bir gayreti temsil eder. Kâbe'ye doğru yönelen kaplumbağanın, hedefe ulaşamasa dahi, hiç değilse istikameti doğrudur. Ben de hep inandığım doğrular için mücadele ettim. Yassıada Mahkemesi'nde Samet Ağaoğlu, 1950 ilâ 1954 arasında çıkan kanunların hesabını soran hâkim Başol'a, "O kanunları bizimle beraber imzalayan Fethi Çelikbaş arkadaşımız neden burada bizimle yargılanmıyor?" diye sormuş ve şu tarihi cevabı almıştı: "Ne yapalım, sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor." "Siyasi bir kararı hukuki bir temele oturtmak istiyoruz" yani "kılıf arıyoruz" diye konuşan Anayasa Mahkemesi üyesi, Başol'dan tam 40 yıl sonra, fazla bir şey değişmediğini, maalesef, ortaya koydu. Değerli arkadaşlar, Hiç arzu etmemiş olmama rağmen, aranızdan bazı kişileri rencide etmiş, kırmış veya öfkelendirmiş olabilirim. Bu yüzden, hepinizle helâlleşmek istiyorum. Hakkınızı helâl edin. Ben de hakkımı, hem size, hem de Anayasa Mahkemesi üyelerine helâl ediyorum. Ama maalesef Anayasa Mahkemesi üyelerine "adaletinizle bin yaşayın" diyemeyeceğim. Muhalefet seçim istiyor
Verilen "ceza", aslında bir yükten de beni kurtardı. Vatandaş, milletvekillerine karşı o kadar tepkili ki! Kurunun yanında yaş da yanıyor. Muhalefet, milletin nabzını tuttuğu için erken seçim istiyor. En azından ister görünüyor. Halbuki erken seçimi tahrik etmenin yollarından biri de, ara seçimin şartlarını yerine getirmek. Meclis'teki boş sandalye sayısı 28'e çıktığı takdirde, 3 ay içinde, ara seçim yapılması öngörülüyor. 17 kişi istifa etse, Meclis çoğunluğu ya 3 ay içinde ara seçime gitmek zorunda kalacaktır, ya da bir yıl sonraki bir tarih için genel seçimi ilân edecektir. (Çünkü genel seçime bir yıl kala ara seçim yapılmaz.) Muhalefet seçim talep ediyor ama, bu hedefe ulaşmak için gayret sarfetmiyor. 1979'da ara seçim, 5 milletvekilinin 5'ini Adalet Partisi'nin kazanmasıyla neticelenmiş, Ecevit arkasından millet desteğinin çekildiğini görünce, istifa etmiş ve Demirel, azınlık hükûmetini kurmuştu. Muhalefet, el birliğiyle ara seçimin şartlarını hazırlarsa, iktidar zor duruma düşer. Ama sanırız, muhalefet de kendisine güvenemiyor. Ecevit'in diyet borcu
Belki en doğrusu Ecevit'in Tansu Çiller'e diyet borcunu ödeyerek, onu başbakanlık koltuğuna oturtması. Öyle ya, hiç hesapta yokken ve pekâla Hikmet Çetin'in başbakanlığında bir milli mutabakat hükûmeti kurulacakken, Tansu Çiller, Ecevit'in azınlık hükûmetini destekleyiverdi. Böylece Ecevit, kartel medyasının da şişirmesiyle bir anda umut oldu. Şimdi Tansu Çiller diyet borcunu istiyor. Ama maalesef 1974 ve 1979'da başbakanlık koltuğunu hiç nazlanmadan terkeden Ecevit, bu defa oralı değil. Bu iktidar, onun için kötü bir jübile oldu. Ama sanırız, zirvede etraf dumanlı; gerçekler iyi seçilemiyor. Türkiye hem ekonomik, hem de siyasi bir çöküntü içinde. Düşünüyorum da, iyi ki, siyasetin merkezinden ve sorumluluğundan uzaklaşıyorum. Çünkü giderek milletin yüzüne bakacak halimiz kalmayacaktı.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |