T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Fobisiz bir Türkiye

Yakın tarihimiz, tam bir fobiler tarihidir. Osmanlı'nın son dönemlerinden bu yana zuhur eden iki farklı veya karşıt fobi (korku) her şeyimize sirayet edegelmiş. Bu iki fobinin, bizi zaman zaman paranoyak yapacak boyutlar kazandığını gözlemliyoruz.

Bu fobilerden birincisi, "devleti kurtarma fobisi". Osmanlı'nın Avrupalı "büyük güçler / düvel-i muazzama" karşısında toprak kaybetmeye başladığı tarihten itibaren su yüzüne çıkmaya başlayan bu fobi, bugün de halen sürüyor.

Ancak Cumhuriyet dönemiyle birlikte "devleti kurtarma fobisi"ne, bir de "rejimi kurtarma fobisi" eklenmeye başlandı. Bu iki fobi sanki birbirine çok benziyormuş gibi görünüyor ama birbirinden bir hayli farklı. Bu iki fobi'ye kimlerden korkulduğu ya da korkulanların kimliği açısından bakıldığında bütünüyle farklı iki fobi türü ile karşı karşıya olduğumuz kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

Osmanlı'nın son döneminde hakim olan "devleti kurtarma fobisi"nde, yabancıların (Avrupalıların) devlet-i aliye olarak adlandırılan Osmanlı'yı yok edebileceklerinden, tarihten silebileceklerinden korkuluyordu. Yani korkulan ve dolayısıyla düşman, yabancılardı.

Bu fobinin alanı ve kapsamı bugün biraz daha genişletilmiş durumda: Buna göre, "etrafımız düşmanlarla çevrili ve Türkiye bölünme tehlikesi ile karşı karşıya."

Cumhuriyet döneminde zuhur eden "rejimi kurtarma fobisi"nin korktuğu düşman, bu kez, yabancılar değil; "iç düşmanlar"(!) "İç düşmanlar" fobisi, özellikle son 30 yıldan bu yana Türk siyasi, ekonomik, toplumsal ve kültürel hayatına damgasını vuracak kadar zıvanadan çıktı ve özellikle 28 Şubat sürecinden itibaren paranoyak boyutlar kazandı. Ve sonuçta ülkeyi her bakımdan tam bir iflasın, tıkanmanın ve çıkmaz sokağın eşiğine getirip bıraktı.

Osmanlı döneminde geliştirilen "dış düşmanlar fobisi"nin anlaşılabilir, izah edilebilir nedenleri ve somut gerekçeleri vardı: Avrupalılar, dünyanın büyük bir bölümünü sömürgeleştirmişlerdi. (Toynbee, 20. yüzyılın başlarında insanlık tarihindeki 26 uygarlıktan 16'sının -Avrupalılar tarafından- tarihten silindiğini söyler. Avrupalıların Osmanlı'yı tarihten silmek için birkaç yüzyıl yoğun bir çaba içinde olduklarını herkes biliyor.)

Ama Cumhuriyet döneminde geliştirilen "rejimi kurtarma fobisi"nin hiçbir izahı, anlaşılabilir bir dayanağı yok. Soru şu: Rejimi kimden kurtaracağız? Halktan mı? Böyle saçma şey olabilir mi? Bir ülkenin rejimi, o ülkenin halkı için değil mi?

Bu sorular, "tehlikeli" addedilen sorular.

Ama artık bir gerçeği açıkça görmemiz ve kabul etmemiz gerekiyor: Cumhuriyet döneminde yaşadığımız / yaşamakta olduğumuz tarih, halkın değil, halkı adam etmek gibi bir kaygı ile hareket eden jakoben elitlerin yaptığı bir tarihtir. Halk, bir şekilde devre dışı bırakılmış durumdadır.

Burada şöyle bir soru yöneltilebilir: Peki, Osmanlı döneminde yapılan tarih acaba halkın yaptığı bir tarih miydi? Bu soru saçma / anlamsız bir soru. Neden saçma veya anlamsız? Şundan: Osmanlı elitleri (yöneticileri) ile Osmanlı'nın kurucu unsuru olan müslüman halkın kimlikleri, duyarlıkları, öncelikleri örtüşüyordu. Cumhuriyet döneminde olduğu gibi çatışma halinde değildi. Oxford Üniversitesi'nden profesör Philip Robins bu gerçeği şöyle açıklar: "Türkiye'de elitlerin kimliği ile toplumun kimliği birbirini bütünlemiyor, beslemiyor; aksine birbirini itiyor." Yani "halka rağmen, halk için" zoraki bir tarih yapılmaya ve yazılmaya çalışılmış; halk'a tepeden bir kader/yön tayin etme kaygısı güdülmüştür. Dolayısıyla "halka rağmen, halk için" hikayesi; halkı, ülkenin ve kendisinin geleceğinin belirlenmesinde devre dışı bırakmış, adeta, "halk bir hikayedir, afyondur; halkı unutun; halk için yapılacak bir şey varsa o da halkı tepeden tırnağa adam etmektir" denmiştir.

Elitler, kendilerini ve Türkiye'nin kimliğini, müslümanlığın sunduğu anlam haritalarına göre değil, bu anlam haritalarına karşı tanımlayageldiler. Ve Türkiye'nin kültür ve medeniyet değiştirmesi, dolayısıyla "Batı yörüngesi"ne girdirilmesi gerektiğine karar verdiler. Bu karar verilirken veya alınırken elbette ki halka hiçbir şey sorulmadı ve halka rağmen bu işe soyunuldu. Oysa Türk toplumunun kimliğini (ve bu kimliği şekillendiren kültürel, siyasi, toplumsal, tarihi ve kollektif hafızasını) oluşturan temel aktör, müslümanlıktır.

Elitler, Türkiye'nin kültür ve medeniyet değiştirmesi ve Batı yörüngesine girdirilmesi gibi absürt bir projeyi hayata geçirmeye soyunmakla, Türkiye'yi tarihî iddialarından ve rolünden uzaklaştırmışlar; ülkemizi, sadece ve sadece Batılıların çıkarlarına hizmet eden proje ve stratejileri uygulayan "uydu", kendine özgü söyleyeceği bir şey olmayan "taşeron" bir ülke haline getirmişlerdir.

Halkın, sürekli olarak adam edilmesi gereken bir nesne olarak görüldüğü ve adam edilemediği zamansa "iç düşman" olarak konumlandırıldığı bir ülke, kaderinin belirlenmesinde sadece halkı devre dışı bırakmakla kalmış olmayacak; aynı zamanda halkı da, kendi yörüngesini de kaybeden ve devre-dışı kalan bir ülke olarak kalacaktır.

Elitlerimiz, iç ve dış düşmanlar fobileri ile vaziyeti idare etme kaygısı ile hareket ettikleri sürece, hem halk Türkiye'de devre dışı bırakılmaya mahkum olmaya devam edecek; hem de Türkiye, dünyaya kendine özgü, özgün bir şeyler söyleyen bir ülke olamayacak; aksine hep başkalarının söylediklerini söyleme komedisi yaşayan, geleceği karanlık, en azından belirsiz, tarihin yapılmasında hiçbir aktif rolü olmayan, aksine sürekli güdümlü bir ülke olarak varlığını sürdürme kavgası veren bir ülke olmaktan kurtulamayacaktır.

Türkiye'nin yeniden tarihe ve zamana özne olarak müdahale edebilmesinin iki yolu var: Birincisi, bu ülkenin geleceğini belirlerken, halkı, türlü takiyyelerle veya fobilerle devre dışı bırakma (adam etme) yanlışından bir an önce vazgeçmek. İkincisi de, Türkiye'nin ancak dün olduğu gibi yarın da tarihe nesne değil, özne; belirlenen değil, belirleyen; kendisine verilen rolleri yerine getiren (figüran) değil, dün olduğu gibi yarın da kendi asli ve tarihi rolünü oynayabilen (aktör) bir ülke konumuna getirilmesi için çaba göstermektir.

Türkiye'nin böylesi bir şeyi gerçekleştirebilmesinin önkoşulu, fobilerinden kurtulabilmesidir. Çünkü fobiler, bizi, sürekli içe kapanmaya itiyor; enerjimizi ve dinamizmimizi dinamitliyor; elitlerle toplum arasında zoraki ve yapay kavgalar üretiyor; önümüzü görmemizi ve geleceğe emin adımlarla yürüyebilmemizi önlüyor.


31 Ekim 2001
Çarşamba
 
YUSUF KAPLAN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED