T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
İslâm dünyasının Arap (ve Türk) ciheti (!)

İslâm düşünce mirasının kayıp halkasının (1258-1914) sadece Batılılar veya Araplar tarafından değil, ne yazık ki aynı zamanda İranlılar ve Türkler tarafından da kaybedildiği, görmezlikten gelindiği, unutulduğu yetmiyormuş gibi aynı zamanda unutturulmaya çalışıldığı, üzerinin örtülmek istendiği erbabının ma'lûmudur.

Geçen hafta bu sütunda sol tandaslı Mısırlı bir yazarın iddialarına yer vermiş, Selçukluları ve Osmanlıları Kur'an'ı "anlama'nın nesnesi" olmaktan çıkarıp bir "süs eşyası" haline dönüştürdükleri şeklindeki suçlamalarını ele almıştık. Bu hafta ise daha mutedil sayabileceğimiz İranlı bir ilim adamının, Seyyid Hüseyin Nasr'ın görüşlerine yer vereceğiz.

Seyyid Hüseyin Nasr'ın Dictionary of the History of Ideas adlı ansiklopedide yer alan bu yazısı arkadaşımız Yusuf Kaplan tarafından Türkçe'ye çevrilip 'Umran' dergisinin geçen sayısında (sy. 80, Ek, s. 12, Nisan 2001) İslâm Düşüncesinin Soy Kütüğü adıyla yayımlanmış bulunuyor:

Tek suçu Selçuklu döneminin (ve devletinin) düşünürü olan İmam Gazâlî hakkında Seyyid Hüseyin Nasr da bilinen şu iddiayı tekrarlamadan edemiyor: Felsefe'nin İslâm dünyasının Arap coğrafyasında sona ermesi...

— "Gazâlî, daha sonra yazdığı, rasyonalist felsefenin temellerini sarsan, irfan ve teolojiden ayrı gördüğü bir disiplin olarak felsefeyi İslâm dünyasının Arap (ve Türk — YK) coğrafyasında sona erdiren Tehafüt el-Felâsife (Filozofların Tutarsızlığı) başlıklı kitabında sözkonusu yakıştırmaları ve rasyonalist görüşleri kıyasıya eleştirdi."

Dikkat edilecek olursa Nasr, Gazâlî'nin felsefe'yi sadece "İslâm dünyasının Arap coğrafyasında" sona erdirdiğini söylüyor...

Peki İslâm dünyasının Türk ve İran coğrafyası?

Arkadaşımız Yusuf Kaplan, Türk kısmını oraya dahil etmekten kendini alamadığı için İran'da felsefe devam ederken İslâm dünyasının Arap coğrafyasının yanısıra Türk coğrafyasında da usûlce canveriyor.

Bilhassa XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batılılar Gazâlî'den sonraki dönemi bütünüyle suçlarlarken, bu suçlamaya iki temel itiraz yapıldı. Birincisi İran canibinden ve Seyyid Hüseyin Nasr'ın temsilciliğini yaptığı itiraz; ikincisi ise Mağrib canibinden ve Muhammed Abid el-Cabirî'nin temsilciliğini yaptığı itiraz. İlkine göre, bu iddia tümüyle doğru değildi; zira İran'da felsefe işrakiler aracılığıyla yaşamaya devam etmişti; Sühreverdi'nin, daha sonraları ise bilhassa Nasreddin Tûsî, Kutbuddin Şirazî, Mir Damad, Sadreddin Şirazî (Molla Sadra) ve eserleri bunun bir kanıtı olarak gösterilebilirdi. İkincisine göre de tümüyle doğru değildi; zira İbn Rüşd'den sonra İbn Haldun, İbn Bacce, İbn Tufeyl vb. düşünürler aracılığıyla İslâm dünyasının batısında (Kuzey Afrika'da, Mağrib'de) zannedildiği gibi felsefe ölmemiş ve yaşamayı sürdürmüştü.

Kısacası, İslâm düşüncesinin sona erdiği iddia edilen XII. asırdan sonra bu gövdeden iki dal filiz verdi; biri doğuya (İran'a), diğeri ise batıya (Mağrib'e) doğru... Peki gövde ne oldu, bu arada ilim geleneğimizin anagövdesinde neler oldu? Koca bir sükût!?.. Selçuklular ve Osmanlılar güya ilim, düşünce, sanat adına birşey yapmadılar, yapamadılar; sadece İslâm dünyasını Moğollara ve Haçlı Seferlerine karşı korumakla yetindiler. (Çünkü onların zekâları değil, bilekleri kuvvetli idi.)

— "13. yüzyıldan sonra İslâm ile Hristiyanlık arasındaki entelektüel temas handiyse tümüyle sona erdi; ve ancak 20. yüzyılda —bu kez farklı bir görünüm alarak— yeniden canlanabildi."

Seyyid Hüseyin Nasr şöyle devam ediyor:

— "Batılı kaynaklarda yazıldığının aksine, İslâm dünyasının entelektüel hayatı, İslâm Medeniyeti ile Hıristiyanlar arasındaki temasın sona ermesinden sonra bitmemiştir."

Bitmemiş de ne olmuş? Nasr, Nasreddin Tûsî ve Kutbuddin Şirazî'nin isimlerinin altını çizip ekliyor:

— "Böylelikle o zamana kadar İslâm felsefesinin gelişmesine büyük katkılar yapan İran, bundan böyle, İslâm felsefesinin en büyük merkezi olmaya başlamıştır. Belli bir süre sonra İbn Sina, Sühreverdi, İbn Arabî ve diğer teologlarla filozofların öğretileri kapsamlı metafizik sistemler geliştirecek şekilde bir araya getirilmişti; bu süreç, 17. yüzyılda Mir Damad, Sadreddin Şirazî ile birlikte zirveye çıkmıştı."

Bunun bir de "dahası" var:

— "Dahası, Safevî döneminin (1502-1722) bu büyük düşünürleri, bugüne dek İran'da, Hint-Pakistan altkıtasında ve Fars kültürünün etkisinin hissedildiği civar bölgelerde de yeni bir felsefe okulu kurmuşlardı."

Acaba bütün bu didinişlerin amacı ne? Bulmacayı bizim çözmemize gerek kalmıyor; sonucu Nasr'ın kendisi söylüyor:

— "Bu yeni felsefenin Batı felsefesi açısından taşıdığı öneme gelince... Bu felsefî gelenek, Batı felsefesiyle karşılaştırılabilecek özellikler taşıyan en ilginç, hatta tek felsefî gelenektir!"

Bugünkü siyasî ve iktisadî tedenniyâtımız ile fikrî ve ilmî duruşumuz arasındaki sıkı alâkayı göremeyenlerin hem bu memlekete, hem bu memleketin insanına en büyük kötülüğü yaptıklarını söylersem, kimse lüzûmsuz yere hayıflanmasın!

Tek umudum, belki birgün "Ben Hakikatim" demeyi öğrenecek olan bu toprakların çocuklarında! Yoksa, yok olalım daha iyi!


1 Haziran 2001
Cuma
 
DÜCANE CÜNDİOĞLU


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | İzlenim | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED