|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Amerika, hiç kuşkusuz global bir güç. Dünyanın neresinde ne tür bir güç birikimi varsa, onunla ilgilenmek, iletişim kurmak zorunda. Global bir güç, bu ilgi ve iletişimin barış mihverinde olmasını da tercih eder. Çünkü her tarafında kan ve savaş bulunan bir dünyanın global gücü olmak hem onurlu, hem de sürdürülebilir bir statü değil. Soğuk Savaş'ın bitmesinden bu yana dünyanın tek süper gücü olarak kabul edilen Amerika'nın bir "Yeni Dünya Düzeni" kurmasından söz ediliyor. Bu sürecin son 10 yılına Körfez Savaşı girdi. Körfez Savaşı, Yeni Dünya Düzeni kurma operasyonunun bir parçası olarak değerlendirildi. Bugün Afgan Savaşı var ve bu savaş da "Yeni yeni Dünya Düzeni"ne götürecek bir sürecin başlangıç vuruşu gibi görülüyor. Aslında Körfez Savaşı da bitmiş sayılmıyor çünkü o savaşın tarafı olan Irak, henüz namlunun ucunda duruyor. Şimdi sorabiliriz: Bu savaşlar nereye kadar devam edecek? ABD Savunma Bakanı Rumsfeld'in dediği gibi "bir insan ömrünü aşacak süre" mi öngörülmüş bulunuyor? ABD'nin öngördüğü "Yeni Dünya Düzeni"nin asıl niteliğini savaşlar mı belirleyecek? Burada bir hususun daha tesbit edilmesi gerekli. O da şu ki, ABD'nin taraf olduğu savaşlar, İslâm ülkeleri ile gerçekleşiyor. İslâm dünyası nüfus olarak dünyanın dörtte birini, coğrafya olarak da, kütlevi anlamda üç kıtayı kapsıyor, dağınık nüfuslar dikkate alındığında ise bütün dünya, başka din ve kültür renkleri yanında aynı zamanda İslâm coğrafyası olarak görülebilir. Buradan çıkacak sonuç şu ki, Amerika eğer İslâm coğrafyasını bir "savaşlar coğrafyası" olarak görüyorsa, onun küresel projesinin ana rengini savaşlar belirleyecek demektir? Bunun hiç de onur duyulacak-sürdürülebilir bir yapı olmadığı açıktır ve sanırız Amerika da böyle bir dünyanın global patronu olmayı tercih etmez. Bir not daha: ABD'nin İslâm dünyasındaki ilişkilerinde öne çıkan görüntü çıkarlar, savaş, adaletsizlik tarzındadır... Bu görüntüden belki nisbi olarak bir tek Bosna ve Kosova istisna edilebilir. Oralarda bile stratejik hesaplar sözkonusu olsa dahi en azından bölge insanları, Amerika'nın tavrını insanî çerçevede algılamışlardır. Ama onun dışında Amerika'nın görüntüsü saygın değildir. En vahşi anlamda bir çıkar savaşı veren ve adaletsizliğe batmış bir süper güç olarak görülüyor Amerika... İslâm dünyası ile Amerika arasında çok kalın duvarlar var. Bunun yarının dünyası için derin bir çatışma potansiyeli, derin bir istikrarsızlık demek olduğu açıktır. Öyleyse Amerika yarınlarda hep bir İslâm yurdu ile çatışma halinde mi olacaktır? Ya da İslâm ülkeleri için mukadder olan, Amerikan hegemonyasına boyun eğmek midir? Bu boyun eğme psikolojisi başlı başına bir istikrarsızlık zemini değil midir? Amerikan hegemonyası İslâm dünyası için barışsızlık demek midir? Ya da bir barış senaryosu yazılabilir mi? Osmanlı barışı gibi? Bu soruyu Amerika'nın kendisine sorması gerekiyor... Bu konuda ilginç bir değerlendirmeyi Prof. Dr. Ahmet Davudoğlu yapıyor. Onu sizlerle paylaşmak istiyorum. Dilerim Amerika için de bir ufuk açar bu değerlendirme. "Birkaç yıl önce Malezya'da bir sempozyuma katılmıştım. Sempozyumda, İslâm-Batı ilişkileri, Batı'da İslâm algısı ve imajı, Batılılar'ın Müslümanlar'a, Müslümanlar'ın Batılılar'a nasıl baktığı gibi sorunları masaya yatırmıştık. Bir ara, halifelik meselesini konuşmaya, tartışmaya başlamıştık. Katılımcılardan biri F.Sultan Mehmet'in Hıristiyan olduğunu iddia etti. Ben bunun doğru olmadığını söyledim. Osmanlılar'ın hilâfet meselesine son derece çarpıcı, kuşatıcı ve evrensel bir boyut getirdiklerini uzun uzun anlattım. Orada söylediklerimi burada kısaca özetlemek istiyorum. Osmanlı sultanları dört tane unvan kullandılar. 1-Halife 2-Padişah 3-Hakan 4-Kayzer-i Rum. Burada Halife, Sami geleneğini; Padi/şah, İran geleneğini, Hakan, Türk-Moğol geleneğini, Kayzer-i Rum ise Roma geleneğini temsil eder. Osmanlı şunu ima etmek istiyordu. Tarihte ne kadar medeniyet varsa, hepsi bende kemale erdi. Ben bitirdim bu işi. Bir taraftan da Kayzer-i Rum'u kullanarak halkın büyük çoğunluğu Rum olduğu için meşruiyet sağlamak istiyordu. Onun için bu iki yönlü kuşatma, yani hem tarihin derinliklerine giderek kültür ve medeniyetleri kuşatma; hem de varolan topluluklara bir meşruiyet tanımlaması yapabilmek, dışlayıcı değil; adil ve kuşatıcı küresel bir sistemin inşasını kolaylaştırmıştı. Buradan hareket edersek; meselâ, Clinton şöyle düşünse: Dünyanın dört-beş büyük medeniyeti insanlığın büyük birikimi bende de mevcut. İkinci büyük din de İslâm. Acaba bugün özgürlükler ülkesi dediğimiz Amerika, Clinton'un halife unvanını kullanmasını kabullenebilir miydi? Kabullenemezdi. Ama Osmanlı toplumu kabullendi. Hiçbir ulema, Fatih, Kayzer-i Rum unvanını kullanarak kafir oldu demedi. Amerikan elçisi de oradaydı, bu cesareti siz bugün bile gösteremezsiniz deyince; acı acı güldü tabii. Küreselleşmenin aslında çözmesi gereken en büyük kültürel handikapı burada gizli: Bütün insanları, kendileri olarak kalmak şartıyla aynı kültür içinde tutabiliyor mu? Amerikan kültürü bugün bu imtihanı veriyor. Amerika büyük devlet olacak mı, olmayacak mı, onu bugün yaşıyor." (Umran, Ekim 2001, Davudoğlu-Yusuf Kaplan mülâkatı, sayı 86, syf. 35-36) Bence de asıl imtihan bu. Son olarak belirtmek isterim ki, Türkiye'nin ve İslâm dünyasının aydınları, İslâm coğrafyasındaki Amerikan savaşlarına gerekçe üreteceklerine, en azından İslâm dünyasının gerçekleri açısından yarının barış ikliminin nasıl inşa edileceği noktasında düşünce geliştirirlerse, hem Türkiye, hem İslâm dünyası hem de Amerika için daha faydalı olacaklardır..
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |