|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Kafa kağıdında "Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır" yazan yetkisiz bir vatandaş olarak, önce AB İlerleme Raporu'na ilişkin hissiyatımı söyleyeyim: Bu rapor, Avrupa'nın geleneksel "ipe un serme" politikasının bir uzantısı. Kopenhag kriterlerine harfiyyen uysak da, sonuç değişmeyecekti. Türkiye'yi "insan hakları"ndan sınava tâbi tutan iradenin, sadece işkence suçları ve etnik problemlerde değil, parti kapatma, TSK'dan ihraç ve başörtüsü olaylarında da aynı duyarlığı göstermesi gerekirdi ki, bu hiçbir zaman böyle olmamıştır. Avrupa, geçmişte, sadece büyük uygarlık, güçlü ekonomi, sanat merkezi, önemli teknoloji değildi; sömürgecilikti aynı zamanda, dünya savaşları ve çevre kirlenmesiydi, engizisyondu, haçlı seferleriydi, teknolojik üstünlük kullanarak yeryüzünün öteki ülkelerini tutsak etmekti, bu işi yaparken bir yandan Hıristiyanlığı, öte yandan ulusal çıkarlarını genişletmekti, pazarları paylaşamayıp yarım yüzyılda dünyayı iki kere ateşe vermekti... Şimdi bir kızılelma... Lakin, keyfiyet, bizi niçin bundan; yani demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü ve çoğulculuk hedeflerinden vazgeçirsin? Kopenhag kriterlerine uysak da sonuç değişmeyecekti ama, Avrupa'nın tam üyelik öncesi son aşama olan "tarama süreci" raporu da gösteriyor ki, Ankara'nın buna uymaya zaten niyeti yok. İşkencecileri sorgulayamıyoruz, devleti küçültemiyoruz, "Anayasa'yı ilga" suçu işleyenleri (1980 örneğinde olduğu gibi) Cumhurbaşkanı yapıyoruz. Daha, MGK'nın statüsünü tartışmış/tartışabilmiş değiliz doğru dürüst. 1924 Anayasası "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Türk milleti egemenliğini TBMM eliyle kullanır" diyordu. Ama, 61 ve sonrasındaki Anayasalar, Türk milletinin, yani bizlerin egemenlik hakkını ancak "yetkili organlar" eliyle kullanabileceğimizi belirtiyor. Yetkili organlardan murat, elbette MGK. Tarihin üzerindeki "yasak" perdesi de durup durmakta. Konuşamıyor, tartışamıyor, araştıramıyoruz. Örneğin, üzerinden 78 yıl geçmiş bir olay, "Ali Şükrü Bey cinayeti" hâlâ sorgulanamıyor. (Ali Şükrü Bey olayını Meclis gündemine taşıyan parlamenterlerin başına neler geldiğini/getirildiğini Hasan Mezarcı örneğinden biliyorsunuz.) Yine, üzerinden 75 yıl geçmiş olmasına rağmen Deli Halit Paşa'nın katilleri ortaya çıkarılamıyor. General Muğlalı'yı ise kimse hatırlamak istemiyor. Mustafa Suphi ve arkadaşlarını Karadeniz'de boğduran "çete bakıyesi" her defasında es geçiliyor. "Yassıada" duruşmalarını manipüle edip Başbakan'ı darağacına gönderen irade bir türlü sorgulanamıyor. 12 Mart ve 12 Eylül dönemlerinde devlet adına cinayet işlediği, sabotaj yaptığı iddia edilen "memurin" kadrosu deşifre edilemiyor. "Lockheed skandalı"nda adı geçen üniformalı görevliler bir türlü ayıklanamıyor. Öğleden önce bir solcunun, öğleden sonra da bir sağcının öldürülmesinde kullanılan resmî silahların sahipleri "nedense" tespit edilemiyor. Anayasal düzeni silah zoruyla değiştiren kadro yargı önüne çıkarılamıyor. Soygun ve yolsuzluklar önlenemiyor. Anayasa'yı değiştirdik az buçuk. Demokratik talepleri mahkum etmekten vazgeçer gibi olduk. İdam cezasını şarta bağladık. O kadar. Gerçi, banka soyanları "şimdilik" içeri tıkıyoruz ama, yolsuzlukla mücadelenin "terör"e dönüşme istidadı göstermesinden de, nedense, mazoşist bir "zevk" çıkarıyoruz. Avrupa Birliği'ne gireceğiz...
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |