|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Cemalettin Kaplan Hoca'nın Almanya'da bir "Federal İslam Devleti" kurmasına ve kendisini de halife seçtirmesine şaşırmıştım. Yer Almanya idi, İslam dünyasına ve Türkiye'ye karşı stratejik hesapları bulunan bir gayrımüslim ülke. Onların gözetimi, denetimi ve muhtemelen koruması altında bir hilafet. Nasıl olurdu bu? O tahta tüfekli gösteriler, o Türkiye Cumhuriyeti'nin en duyarlı olduğu konularda bir meydan okuma. Hani 11 Eylül'den bu yana dolaşımda olan bir deyim var ya, en güçlülere karşı en zayıfların savaşını anlatan, "Asimetrik Savaş"ın soğuk boyutu, "Asimetrik meydan okuma..." Bizde Aczmendiler'in Ankara'nın göbeğinde ellerinde uzun bastonları, üzerlerinde çok özel giysileri ile dolaşmalarına da şaşırmıştım. Cağaloğlu'nda bir Aczmendi'nin bastonunu tak tak yere vurarak üzerine yönelen bakışlara aldırmadan yürüyüşü hâlâ gözümün önünde. Bir yanda Ankara'nın, sistemin hassasiyetleri, peş peşe gelen tırpanlar, bir yanda böylesine bir meydan okuma... Nasıl oluyordu bu? Böyle bir meydan okuma gerçekse, geriye kalan mütevazı İslami hizmetlerin tümü çelik-çomak oyunundan ibaret mi kalıyordu? Ve 11 Eylül'den beri yaşananlar... Şaşırdığım bir konu da burada... Afganistan'dan bir cihad başlatmak... Buradan başlatılan bir cihada tüm İslam ümmetinin katılacağını beklemek. Bunun ilk kıvılcımını çakmak ve bunun için dünyanın devine yumruk sallamak. En çok Müslümanlar "Bunu Üsame yapmış olamaz" dediler. Üsame'nin, saldırıyı açıkça üstlenmese dahi onaylar biçimde yaptığı açıklamaları bile "şaşkınlık"la izlediler. Eğer her şeyi göze alıp, İslam'ın onaylamadığı "sivil hedef" vs konusunu bir biçimde içlerine sindirip onlar yapmışlarsa bile sonrasını da hesap etmiş olmalılar ve 11 Eylül'ün arkası olmalı. Hatta "11 Eylül'ün arkası gelmezse bu bile bu işi onların yapmadığına delil olur" diye düşünenler oldu. "Asimetrik savaş" üzerine düşünenler de, 11 Eylül benzeri yeni saldırılar beklediler. Çünkü bir cephe savaşının "akıl alır yanı olamaz"dı. "En zayıf", "En güçlü"ye karşı teknolojinin tüm ürünlerini hiçbir moral kaygı taşımaksızın kullanacaktı. Bunu yapabilirse bir ölçüde savaşı sürdürmesi mümkün olurdu. Ben kendi içimden "Bunu Müslümanlar yapamaz, çünkü moral kaygıları buna izin vermez. Mesela sivil alanlarda büyük tahribat yapacak bir biyolojik veya kimyasal savaşın tarafı olmaz Müslümanlar" diye geçiriyordum. O yüzden de bir yandan "Afganistan'dan ilan edilen cihad"a bakıyor, bir yandan da bunun nasıl sürdürüleceğini merak ediyordum. Nitekim biyolojik veya kimyasal savaş olmadı, Amerika'daki şarbon paniği de "asimetrik savaş" beklentisinin uzantısı olmaktan öte gitmedi. Allah'a şükür ki Müslümanlar, böyle bir savaşın tarafı haline gelmediler. Ama ortada dengesizliği ayan beyan ortada bulunan bir "asimetrik meydan okuma" olduğunu, ve bunun bir tarafında da Müslümanlar'ın bulunduğunu kabul etmek lazım. İlginç olan şu ki, bizim gibi bir başka Müslüman toplulukta da "şaşkınlık" uyandıran bir meydan okuma bu. Nasıl bakmalı bu meydan okumaya, ya da bunun bizde şaşkınlık uyandırmasına? İslam tarihinde, az bir kuvvetle, daha kalabalık bir düşmanla savaşılan durumlar yok değildir. Hatta Kur'an'da, kaçınılmaz olan savaşlarda, böyle nisbetsiz durumlar için mü'minleri yüreklendirici kıyaslamalar yapılır. Rahmani kuvvetlerle İslam ordularının desteklendiği bildirilir. Ancak Peygamberimiz'in iştirak ettiği tüm harplerde bir kuvvet değerlendirmesi yapıldığı, buna göre yerleşim planları, mevziler oluşturulduğu, düşmanın nasıl karşılanacağının tartışıldığı, hatta Hazreti Peygamber'in zaman zaman kendi fikrini terkedip istişare ettiği komutanlarla birlikte hareket ettiği de biliniyor. Daha da ötede ilk planda Hudeybiye gibi, "yenilgi" şeklinde algılanan anlaşmalara imza atıldığı bile olmuştur. Yani savaşı kabullenirken macera yoktur. O zaman mevcut bulunan "Himaye" sistemi altında Medine kurmak da yoktur. Buradan bakınca Almanya'da "Federe İslam Devleti" oluşturmak nasıl görünüyor? Acaba çok cesur bir eylem olarak mı, yoksa İslam'ı Alman politikasının bir yerine monte etmek mi, yoksa nefsimizin engin ufuklarında uçmak mı? Ben en çok bir grup böyle bir politikaya imza atarken nasıl bir değerlendirme yapar sorusunun cevabını merak ediyorum. Nereye gideceğini düşünmüş olmalıdır bu işin mimarları? İslam açısından, Almanya açısından, Türkiye açısından ve kendileri açısından? "Yolunda ölürüz" mantığı her halükarda meşru görülmüş bir mantık mıdır? Mesela Aczmendiler o yoldan nereye varmak istemişlerdir? Ya da Afganistan'dan yola çıkan cihad ilanı? Ben kendi hesabıma, bu olaylarda birçok şeyi bilmediğimi itiraf etmeliyim. Mesela "Almanya'da hilafet ilanının arkasında bir Müslüman'ı inandıracak hangi saikler bulunabilir?" sorusuna bir cevap bulabilmiş değilim. "Aczmendi çıkışının başlangıcında da hangi "makul" değerlendirmeler bulunabilir?" sorusuna kendi içimde cevap üretemedim. 11 Eylül ve ötesi ise tam bir muamma. Şunu anlıyorum, İslam alanında bir eylem, bir çağrı ortaya konduğunda ona "hesapsız" yönelenler her zaman bulunacaktır. Önemli boyutu "mazlumiyetler"e bağlı "öfkeler"den kaynaklanan böyle bir psikolojik zemin vardır. İnsanlar böyle bir çağrıya kimi zaman en uç fedakarlıklarla cevap verebilirler.. Müslüman işin sonunu hesap etmeli, evet ama, gene de zaman zaman hesabı aşan adanışlar sözkonusu olabilir. Masumiyetleri onları bana göre mazur da kılar. Ya işin mimarları nasıl girerler böyle bir mecraya, nasıl çağırırlar insanları, nasıl yönlendirirler? Kendi içlerinde nasıl bir meşruiyyet mantığı oluştururlar? İslam coğrafyası sancılı bir coğrafya. Yer yer talan edilmiş bir yapısı var. Bağımsızlık, özgürlük, inançlarının gerektirdiği çerçevede yaşama gibi problemlerle iç içe. Bu şartlardan çıkış için mücadele vermek, asgari insani bir duruş. O yüzden de birçok İslam ülkesi ile uluslararası odakların ve birçok İslam ülkesinde insanlarla hakim yönetimlerin ilişkileri problemli. Soru hiç şüphesiz İslam coğrafyasının bu sancılı ortamdan nasıl çıkacağı noktasında toplanıyor. Bu yolda bir ipekböceğinin kozasını örme itinası içinde sarf edilen gayretler var problemin derinleştiği zamanlardan bu güne.. Onlar bile zaman zaman bunaltıcı baskıların hedefi olmuşken, ortaya asimetrik bir meydan okuma ile çıkmak nasıl bir bedeli göze almak demektir? Kendi adına, daha ötede tüm Müslümanlar adına? Bana bu işlerin mimarisinde hiç olmazsa samimiyet bulunduğunu anlatan biri çıksa, hesapsızlığı onaylamasam bile, gene de izah edilebilir bir zemin bulacağım. Çocukların ellerine verilmiş tahta tüfeklerle, Mehmet Ali Birand'ın 32. Günü'ne malzeme olmaktan öte bir amaç gerçekleşmiyor. Buna amaç demek ise akla ziyan bir iş.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |