|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
AB Komisyonu'nun Türkiye ile ilgili 2001 ilerleme raporu yayınlandı ve insan haklarından yine sınıfta kaldık. Adamlar "diplomatik nezaket"in icaplarına uyarak, yapılan Anayasa değişikliğinin olumlu bir sinyal olduğunu, ancak "Kopenhag Kriterleri"ni hayata geçirmeden AB üyeliğinin "nazikçe" hayal olduğunu açıkladılar. Kimileri işlerin yolunda gittiğini, kimileri de Avrupa'nın "ikiyüzlü" davrandığını söyledi. İşlerin yolunda gidip gitmediğini bilemem ama, Türkiye'nin AB yolunda gitmediği kesin. Meclis aylarca süren uzun bir maratondan sonra, yarım yamalak da olsa bir Anayasa değişikliği gerçekleştirdi, ancak içinde düşünce özgürlüğü ve insan haklarını doğrudan ilgilendiren neredeyse hiçbir madde yok. Aylarca uğraşıyoruz, bir arpa boyu ilerleyemiyoruz. Oysa, diğer 12 aday ülke ile Türkiye arasında o kadar ciddi farklar var ki, böyle giderse bu yüzyılı da "aday ülke" olarak geçireceğiz. Bir kere, diğer adayların hemen hepsi Kopenhag Kriterlerine tamamen uymuş. Bu ülkelerde, demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarını ve azınlık haklarını koruyan kurumların istikrarı teminat altına alınmış. Yolsuzlukla mücadelede kara para aklanmasının önlenmesi ve mali şeffaflığın sağlanması alanında ciddi adımlar atılmış. Üstelik, bugün Türkiye'den fersah fersah ileride olan bu ülkelerin hemen tamamı Türkiye'den 40 yıl sonra demokratik sisteme ve pazar ekonomisine geçmiş ülkeler. Peki ama neden? Kimse işin temelindeki esas sorunu görmüyor ya da görmek istemiyor. Açıkçası, kimse Türkiye'nin çağdaş demokratik yönelimlerinin önünü kesen "ulusal güvenlik kavramı"nın bu işler için en büyük engel oluşturduğunun farkında değil. Haksızlık etmeyelim, Mesut Yılmaz farkında ama, o da galiba "birilerini" görünce ortadan kayboluyor. Kendimizi kandırmayalım, "ulusal güvenlik kavramı"nın gölgesinde yapacağımız her anayasa değişikliği ve çıkaracağımız bütün uyum yasaları hiçbir AB ülkesi tarafından ciddiye alınmayacaktır. Nitekim, AB'nin ilerleme raporu, Türkiye'de halen temel özgürlükler alanında kısıtlamaların devam ettiğini ve Türkiye'nin şimdiki aşamada Kopenhag kriterlerine ulaşmış sayılamayacağını vurguluyor. Kısacası üyelik müzakerelerinin başlaması henüz ufukta bile gözükmüyor. İyice anlaşılıyor ki, önümüzdeki üç yıl Türkiye'nin uzun süreli geleceğini tayin açısından çok önemli. Açıkçası Türkiye, demokratikleşmeden insan haklarına, Kıbrıs'tan ekonomiye kadar geniş bir yelpazede son derece hayati ve cesur kararlar almak zorunda. Aksi takdirde, 1999'da Helsinki'den kalkan trenin arkasından ömür boyu bakmak zorunda kalabiliriz. Oysa trenler bakmak için değil, genellikle binmek için yapılırlar... Bilelim ki, bütün dünyanın bize düşman olduğu kabusuyla bu yeni dünyaya entegre olamayız. Şimdi, kim Avrupa Birliği'ne girmenin "milli egemenliği" zedeleyeceğine inanıyorsa, ortaya çıkıp açıkça "kapalı rejim"den yana olduğunu deklare etmelidir. Aksi taktirde, "milliyetçi hamaset"in 'gerilim hattı'nda eski popülist anlayışlarla siyaset yapmak, ülkedeki toplumsal travmayı daha da derinleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Ayakta durmakta bile zorluk çeken "demode siyaset"in temsilcileri istiyorlar ki, ülkeyi duvara toslatan "devletçi, rantçı" anlayış aynen devam etsin ama, "yolsuz" kalınca bütün dünya ceplerimizi Amerikan dolarlarıyla doldursun. İstiyorlar ki, yıllarca, "ulusal onur" masallarıyla uyuttukları halkın ayağa kalkışını geciktirmek için "antidemokratik" yapı aynen devam etsin ama, Türkiye'yi Avrupa Birliği'ne alsınlar. Yok öyle üç kuruşa beş köfte...
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |