T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

K R O N İ K  M E D Y A
'Düğme'ye Hürriyet basmış...

Kıbrıs konusunda Hürriyet'i "hassas" gazeteler arasında saymadık ya dünkü Kronik Medya'da; anlaşılan biraz aceleci davranmışız, biraz da son günlerdeki Hürriyet'i bu açıdan "alıcı gözle" okumamamızın kurbanı olmuşuz... Sözü, Deniz Baykal'ın Dışişleri Bakanı ve hükümete "bindirmesine", Kıbrıs konusunda gerilimin birdenbire artmasına yol açan Yaşar Yakış'ın sözlerine getirmek istiyoruz; daha doğrusu bu sözlerin medya tarafından sunumuna... Yakından bakınca ortaya çıkan manzara şöyle: Hadise, Hürriyet'in, birinci gün Dışişleri Bakanı'nın sözlerini çarpıtarak sunması ve ikinci gün bu sözleri birinci sayfaya taşımasıyla (bu kez "şaşırtan sözler") başlıyor. Öbür gazeteler, sözlerin çarpıtılmış versiyonunu kullanmaya başlıyor ve... Sonrasını biliyorsunuz... Şimdi, bilmediğiniz bölümün ayrıntıları...

Murat Yetkin ve Mete Belovacıklı'nın Pazar günleri CNN Türk'te yayımlanan "Kafe Siyaset" programının 15 Aralık tarihli olanında üç konuk vardı: Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış,

CHP milletvekili Şükrü Elekdağ ve profesör Baskın Oran...

Programın bir noktasında Murat Yetkin, Yakış'a, "28 Şubat'ta anlaşma olmazsa ne olur?" sorusunu yöneltti. Yakış'ın bu soruya verdiği cevabı, bu sözleri ertesi gün haberleştiren tek gazete olan Hürriyet'in haberinden aktaralım:

"Yakış, Rum tarafının tek başına AB üyesi olması halinde, 'AB'nin hastalıklı bir çocuğu kucağına alacağını' ifade etti ve bu durumda da Türk Silahlı Kuvvetleri'nin AB topraklarını işgal etmiş gibi gösterilmeye çalışılması tehlikesi bulunduğuna dikkat çekti."

Evet, gazete, haberde Dışişleri Bakanı'nın sözlerini kelimesi kelimesine aktarmıştı, ama dikkat edin "haberde" diyoruz... Celal Özcan imzalı, "Münih" mahreçli (evet!) habere Yazıişleri'nin uygun gördüğü spot ise şöyleydi:

"Dışişleri Bakanı Yakış, 'Bu tarihe kadar (28 Şubat) çözüm olmazsa, Rumlar AB'ye tek başına girecek, KKTC'deki Türk askeri AB toprağındaki işgalci güç konumuna düşecek' dedi."

Yaşar Yakış'a atfen, her ikisi de tırnak içinde verilen "haber" ve "spot" versiyonları arasındaki farkı ayrıca izah etmeye sanırız gerek yok.

İsterseniz, bir Türk televizyonunda yayımlanan bir tartışma progamından kotarılan bir gazete haberinin Münih'ten gönderilmiş olmasındaki tuhaflık üzerinde hiç durmayalım. Fakat şunu söylemeden geçemeyeceğiz. Eğer Celal Özcan, meseleye ta Münih'ten "uyanmasaydı", belki de o sözler orada kalacaktı. Çünkü bakın, Murat Yetkin, sonradan ortalığı biribirine katan 15 Aralık programını anlatırken ne diyor (Radikal, 18 Aralık):

"Bu sözlerin ağırlığı ilk anda belki anlaşılamadı. Çünkü o televizyon programının konuklarından biri olan deneyimli diplomat, CHP Milletvekili Şükrü Elekdağ, Yakış'ın başka sözlerine tepki verdiği halde bu konuya değinmedi. Konu sonradan büyüdü."

Yetkin'e hatırlatmak isteriz: Bu sözlerin, programda kullanıldığı biçimiyle, öyle "ağırlıklı" falan olmadığı, yalnız deneyimli bir diplomatın değil, deneyimli iki gazetecinin de dikkatini çekmemesinden belli değil mi? Dolayısıyla, konunun "büyümesi"nden çok "büyütülmesi"nden söz etmek daha doğru olmaz mı?

İlk gün (16 Aralık) "Münih" sayesinde haberi tek başına veren Hürriyet (bakın buradan da belli, o programı herhalde çok sayıda gazeteci izlemiştir, ama hiçbirinin aklına ondan bir haber çıkarmak gelmemiş), ertesi gün (17 Aralık) meseleyi "büyüttü..." Haber bu kez, manşetten sonraki en büyük haber olarak birinci sayfadaydı ve yorumluydu:

"BAKAN YAKIŞ'TAN ŞAŞIRTAN SÖZLER... Dışişleri Bakanı Yakış, Kıbrıs'ta bir çözüm olmazsa, Türk Ordusu'nun işgalci durumuna düşeceğini iddia etti...."

Hürriyet, haberinde, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal'ın tepkisini de yansıtıyordu. Fakat anlaşılan, Baykal bir gün önce Hürriyet'te yer alan "haber"le değil de "spot"la enforme edilmişti (ya da öyle işine gelmişti): "TSK'yı işgalci göstermek akıl dışıdır."

Fakat anlaşılan, sadece Baykal değildi "spot"tan çalışan... Gazeteler de, ikinci gün (17 Aralık) benzer bir tutum içindeydi...

Radikal ve Yeni Şafak dışındaki bütün gazeteler, Yakış'ın sözlerini, anlaşma olmazsa Türk Silahlı Kuvvetleri adada işgalci durumuna düşer, "spotlama"sıyla aktardı... Ve aynı gün, artık bütün gazetelerden beslenerek, Deniz Baykal Meclis'te bilinen konuşmasını yaptı.

"Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış, 'Eğer 28 Şubat'a kadar Annan Planı'nı onaylamazsak Kıbrıs'taki TSK, işgal ordusu konumuna gelir' demiştir. Dünyada 6 milyar insanın içinde bunu söylemesi beklenmeyecek olan birinci insan, Türkiye'nin Dışişleri Bakanı'dır. (...) Bu sözlerin hangi amaca yönelik olduğunu Türkiye görmek durumundadır. Günün birinde bunu bir Türk Dışişleri Bakanı'nın söyleyeceğini Yunanlılar ve Rumlar bile tahmin edemezdi. Annan Planı'nın avukatlığını yapmak size mi düştü? Annan Planı'na karşı çıkanlara gözdağı mı veriyorsunuz? TSK'ya mesaj mı gönderiyorsunuz? Türkiye baskı altında politika yapan bir ülke değildir. Bu baskılara boyun eğecek bir Dışişleri Bakanı'na layık bir ülke de değildir."

Yakış'ın, Meclis'te "Ben, TSK'nın oradaki varlığını 'işgal' olarak tanımlamıyorum, anlaşma olmazsa, AB'nin öyle tanımlayacağını söylüyorum, bilelim, ona göre davranalım diyorum" şeklindeki itirazı, satır arasında, birer cümleyle geçiştirildi. Özetle, Türk halkı Yaşar Yakış'ı, TSK'nın Kıbrıs'taki varlığını "işgalci" diye değerlendiren bir Dışişleri Bakanı olarak görüyor bugün...

Peki "Yunanlılar ve Rumlar" ne demiş bu işe? Yunanistan Hükümet Sözcüsü Hristos Protopapas, düzenlediği basın toplantısında, "DIŞİŞLERİ BAKANI YAŞAR YAKIŞ'IN, TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ'NİN, AB'NİN TOPRAKLARINDAN BİR KISMINI İŞGAL ETMİŞ GİBİ GÖSTERİLMEYE ÇALIŞILMASI TEHLİKESİ BULUNDUĞUNA DİKKAT" çekmiş...

Yukarıda, büyük harfle ve siyahla dizdiğimiz satırları Hürriyet gazetesinin konuya ilişkin haberinden kelimesi kelimesine aldık... Gördüğünüz gibi "Yunanlılar ve Rumlar", Hürriyet ve Baykal gibi, "Türk Dışişleri Bakanı, '28 Şubat'tan sonra TSK Kıbrıs'ta işgalci konumuna gelecek' dedi" demiyor, "Öyle gösterilmeye çalışılması tehlikesi"nden söz ediyor...

Ama olan oldu, zihinlerde kalanın ne olduğu da apaçık... İşin en tuhaf yanı ne biliyor musunuz? İsmet Berkan'ın deyişiyle, "Sokaktaki çocukların bile bildiği, yıllardır her yerde konuşulan bir meseleyi" dile getirdi diye neredeyse hainlikle suçlanmak üzere olan Dışişleri Bakanı'na hak verenler bile, onun sözlerini "spot" halinden aktarıyor...

Muhalefet liderinin, "Diplomat dediğin, kelimeleri seçerek, özenle kullanır" eleştirisine (de) maruz kalan Yaşar Yakış'ın bir de buna maruz kalması...

Ne şanssızlık! (A.G.)

Bu da televizyon gibi bir gazete!

Web sitesi, televizyon derken "Gazete Habertürk" de çıkageldi...

Habertürk'ün gazetesi, internet ortamındaki temsilcisiyle televizyonunun karışımı gibi bir şey... Sitesinin dünkü manşeti "Bugün piyasaya çıkan gazete Habertürk yok satıyor" şeklindeydi. Gazetenin ilk sayısının manşetinden belli oluyor ki, televizyon yayınında olduğu gibi burada da doğrudan habercilik yapmak yerine, daha çok başkalarının haberleri üzerinden gidilecek. Bir gazetenin manşetine (hem de ilk sayısının) rakip bildiği iki gazetenin aynı haberi nasıl farklı işlediklerine ilişkin bir karşılaştırmayı yerleştirmesiyle herhalde ilk kez karşılaşıyoruz. Eğer bu seçim talihsiz bir tesadüf eseri değilse, "Gazete Habertürk"ün manşetlerinin bizim "Kronik Medya"yı hatırlatacağı söylenebilir! "Böyle gazetecilik artık bitecek" manşeti açıkça gösteriyor ki, Habertürk ona buna laf yetiştirerek gazetecilik yapacak...

"K. Atatürk" imzalı şu sözün gazetenin logosunda yeralmasına doğrusu bir anlam veremedik: "Bağımsızlık benim karakterimdir." Evet, bir anlam veremedik, çünkü K. Atatürk'ün bizzat kendisini tarif ettiği bu sözün elimizdeki gazeteyle nasıl bir ilişkisi bulunabilir, çözemedik. Eğer söz konusu söz, "Bağımsızlık Habertürk'ün Karakteridir" şeklinde olsaydı, tabii ki bir itirazımız olmazdı. Mümkün değil ama, aslında durum böyle olsaydı bile, sanıyoruz yine de itirazımız olurdu! Şu nedenden dolayı: Habertürk eğer iddia edildiği gibi "AB'ye aday bir ülkenin değil, AB'ye üye bir ülkenin gazetesi gibi olacak"sa, bu nitelikte bir gazetenin kendinin dışında hiçbir güçten destek almaması gerektiğini de hatırlaması gerekmez mi? Yani hepimizin bildiği şu "otonom /heteronom", (özerk/ non-özerk!) durumu.... Dolayısıyla, gazete Habertürk'ün başvurduğu bu" "küçük kurnazlığı" bir kenara not edelim!

Habertürk'te başka kurnazlıklar da var. Mesela, internetteki Habertürk'de "Kemal Derviş aralıklı olarak Habertürk'te yazacak" denmesine rağmen, gazetenin "Ekonomi" sayfasının köşesinde, altına kemaldervis@habertürk.com adresini yerleştirmeyi de unutmadan, Derviş'in sürekli bir köşeyazarı gibi takdim edilmesi... Mesela internetteki Habertürk'te sitenin yayına başladığından beri var olan "Yüz büyük Türk yalanı!" sayfasının bir yenilik gibi gazeteye de aynen taşınması...

Gazetenin "felsefesi"ne gelince: Söz konusu "felsefe", televizyon Habertürk'ün ilk günden itibaren benimsediği ve tekrarladığı bir felsefe: "Yaşasın serbest piyasa! / Yaşasın serbest düşünce!" Bu tür bir "felsefe"nin bir gazete tarafından benimsenmesi gerçekten çok tuhaf; bir gazetenin "serbest piyasa" yanlısı olması tabii ki mümkün, ama bir gazetenin "Yaşasın serbest piyasa!" diye ortaya düşmesi gerçekten çok tuhaf... Habertürk'ün "serbest düşünce -serbest piyasa" ikilisinde ısrarcı ve iddialı olduğu, ilk sayıda Ahmet Altan'la yapılan bir röportajın içine yerleştirilen şu muzip anonstan da belli: "Gazete HABERTÜRK, Türk aydınlarını ve Türk işadamlarını Milliyet gazetesine karşı korumaya SÖZ VERİR."(!) Tamam, bu anonsun "şaka" yanı yok değil ama, ya ifade ettiği gerçek yan? Bugüne kadar, "Türk aydınları"nı her türlü sataşmadan korumaya niyetlenirken yanına "Türk işadamları"nı da katmak hiç kimsenin aklına gelmemişti doğrusu! (Haaa bu arada: Bu anonsa gözü takılan internet Habertürk tiryakileri, sitenin bir zamanlar Milliyet genel yayın yönetmeni Mehmet Y. Yılmaz'a toz kondurmamaya çalışmasını nasıl izah edecekler?)

Habertürk, sitesinde, gazetesiyle ilgili şu bilgileri de veriyor: "Habertürk'te birbirinden ilginç ve çoğu gazetelerde çıkmayacak haberler yer aldı." Bu bilgi üzerine biz de gazeteyi elimize alıp, diğer gazetelerde yer almayan "ilginç" bir haber aradık ve bulduk. Bu "ilginç" haber gazetenin arka sayfasında önemli bir yer kaplamış. Başlığı şöyle: "Özkan'ın gizli yatı". Habere iki tekneyi bir arada görüntüleyen bir de fotoğraf eklenmiş. Haberi üşenmeden sonuna kadar okumamıza rağmen, bütün bu anlatılanların niçin haber olduğunu ("ilginç"liğinden de vazgeçtik!) anlamamız mümkün olmadı. Anlatılanlar şundan ibaret: Özkan, 6.5 metre boyunda yeni bir tekne yaptırıyormuş. Fiyatı 10 bin doları bile bulmayan bir tekneymiş bu. Özkan, denizciliğe ve balıkçılığa çok düşkünmüş. Görevliler tekneye kimseyi yaklaştırmıyorlarmış. Çünkü Özkan. "politbüro dönemi"nden kalma bir alışkanlıkla her şeyi gizli yaparmış. Hepsi bu! Gazetenin ilk sayısının arka sayfasında kallavi bir yer verilerek yayımlanan haberin tamamı bundan ibaret! Üstelik besbelli ki, haberi süsleyen tekne fotoğrafının da Özkan'ın teknesiyle ilgisi yok.... Habertürk, bu haberinin üzerine de (yine bir "muziplik" olsun diye) şu notu yarleştirmiş: "BU HABERİ DE Vatan gazetesi yayınlayamaz"(!) Görüyorsunuz, anlaşılır gibi değil; okurları hepten depresif kılacak bir habercilik anlayışı! Yahu Vatan bu "haberi" ne yapsın; ne işine yarar, kime okutabilir, okutursa kimin duasını alabilir..?! Fakat siz şu işe bakın ki, Vatan gazetesi de, Habertürk'ün ilk sayısına "hoşgeldin" demek için olacak, 18 Aralık tarihli sayısının manşetini aynı derecede "depresif" bir haberle süslemiş. Vatan'ın manşeti de şöyle: "İnanılmaz ihbar"(!) Vatan'ın bu haberi de Habertürk'ün Özkan haberi gibi sanki "okur kaçırmak" amacıyla özellikle uydurulmuş. Bu haberdeki hikaye de şöyle: İktisat Bankası'nın eski sahibi Erol Aksoy bir gün berberde otururken liseden arkadaşı olan armatör Celal Sadıkoğlu ile karşılaşmış. Sadıkoğlu, Aksoy'a elindeki parayı nasıl değerlendirmesi gerektiğini sormuş. Aksoy bu soruya "Benim zaten yeteri kadar derdim var" diyerek cevap vermemiş. Bu duruma içerleyen Sadıkoğlu da doğruca BDDK'ya giderek Aksoy'un kuruldan gizlediği yatlarının nerede bulunduğunu ihbar etmiş!

İşte böyle, Allah gazete okurlarına sabır versin.... Birileri okurları iyiden iyiye işletiyor ama.... Hoşgeldin GAZETE HABERTÜRK! (K.B.)

Radikal'in manşeti...

Adalet ve Kalkınma Partisi (AK Parti) Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın 17 Aralık'ta Parti Meclis Grubu'nda yaptığı konuşma, ertesi günü gazetelerin sıradan haberlerinden biriydi. Konuşmaya "sıradan" muamelesi yapmayan iki gazete vardı: Radikal ve Yeni Şafak...

Erdoğan, üç farklı mesele üzerinde durmuştu konuşmasında: Avrupa turu sırasında kullandığı görüşme üslubu, Kıbrıs ve yoksulluk...

İlk ikisi sıcak (güncel) ve somut, sonuncusu "soğuk" ve soyut... Fakat Radikal bu son bölümü, hem de manşetten vermeye tercih etmiş... Belli ki gazete yönetimi yoksullukla demokrasi arasında kurulan bağı önemsemiş ve bunu manşete taşımaya karar vermiş. Haberi sürmanşetten kullanan Yeni Şafak ise, "üslup" meselesini öne çıkarmayı tercih etmiş: "Dikleşmedik, dik durduk..." Yeni Şafak, bizce de çok önemli olan "Yoksulluk-demokrasi" ilişkisi üzerinde ise hiç durmamış.

O sözleri aktarıyoruz, bakalım siz de bizim gibi Radikal'in tercihini yerinde bulacak mısınız:

"YOKSULLUĞUN İLACI DEMOKRASİ… AB'ye girmeyi demokrasinin gelişmesi için istediklerini belirten AKP lideri Recep Tayyip Erdoğan, demokrasi olmadan zenginliğin de olamayacağını söyledi. Erdoğan, 'Türkiye'nin yoksulluğu tesadüf değil' diye konuştu…"

Erdoğan'ın sözleri şöyle:

"Partimiz, daha hükümeti kurmadan, işbaşına gelmeden AB'ye üyeliği birinci önceliği olarak saptamış ve bu hususta çok kararlı bir tavır sergileyeceğini açıklamıştır. Bizim bu politikamızın esası, temel bir inançtan kaynaklanmakta. Biz halkımızın refah ve mutluluğunun ancak demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygılı bir ortam içinde sağlanabileceğine inanıyoruz.

"Türkiye'nin yoksulluğu bir tesadüf değil. Bütün milletler ileri gider, milli gelirlerini artırır ve vatandaşlarına daha çağdaş yaşam koşulları sağlarken, bizim değil yerinde saymamız, zaten kısıtlı olan gelirimizi yarı yarıya kaybetmemiz ve bir gecede daha da fakirleşmemiz bir kader değil.

"Bu halktan kopuk, vatandaşın derdine duyarsız, demokrasiyi, insan haklarını ve hukuku adeta bir süs malzemesi sayan, toplumsal enerjiyi harekete geçiremeyen bir yönetim şeklinin ve anlayışının sonucu. Özellikle 1990'lı yıllarda Demirperde ortadan kalkarken, totaliter sistemler teker teker çökerken Türkiye, demokrasi ile refah arasındaki doğrudan bağlantıyı bir türlü göremedi. Biz bu temel ilişkiyi ve bağlantıyı özümseyerek yola çıktık."

Ne diyorsunuz? (A.G.)

"Sözde Ümraniye sapığı"ndan kimler özür dileyecek?

"Sözde Ümraniye sapığı" Bilal Akyıldız, hapishanede geçirdiği "aşağılanma, korku ve utanç dolu 24 gün"ü Vatan'dan Selahattin Kınalı'ya anlatmış. Akyıldız, "Yoksuldum şimdi şerefimden de oldum, üstelik nişanlım terk etti" diyor.

Gerçekten de eşi az bulunur bir insan hakları ihlali... Polisin çizip dağıttığı "robot resim"e benzediği için polis tarafından gözaltına alın, ne avukat ne de ailenle görüştürülmeden günlerce sorguda kal ve sonra savcının tutuklama kararı vermesiyle Kartal Cezaevi'nin yolunu tut... Ama unutmayın, o bir "sapık" olduğundan ve gazetelerimizin ballandıra ballandıra anlattığı gibi hapishanelerde "sapıklar"ı bin türlü özel tehlike beklediğinden, Akyıldız'ın Kartal Cezaevi'nde geçirdiği 24 gün tam bir cehennem hayatı... Bu talihsiz genç "Her gece tek kişilik hücremde ayaklarımı kapıya doğru yaslayarak yattım. Beni linç etmeye geldiklerinde uyanık kalmak istiyordum" diyor. Akyıldız'ın avukatı Mehmet Yavuz, sözünü esirgemiyor: "Kimse müvekkilime avukat isteyip istemediğini sormamış, yargılanmadan infaz edilmiş. Güvenlik güçleri, kamuoyu baskısıyla hayali bir sapık yaratıp kendilerini kurtarmaya çalışmış, bu arada genç bir insanı ruhen ve bedenen darmadağın etmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne kadar gideceğiz."

Akyıldız'ın gazeteye verdiği mülakatta şu bölüm de önemli: "Devletin üretip medyaya pazarlattığı bir sapık olarak tekrar normal hayata dönebilir miyim bilmiyorum." Bu bölüm çok çok önemli; Akyldız'ın sözlerine bir kez daha dikkatle kulak verelim: "Devletin üretip medyaya pazarlattığı...."

Bırakın gerisini, anlayana bu ayıp bile yeter de artar bile... (K.B.)


19 Aralık 2002
Perşembe
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED