|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Avrupa Komisyonu'nca hazırlanan "İlerleme Raporu" açıklandı. Türkiye, bir müzakere tarihi beklentisi ile gittiği 12 Aralık'taki Kopenhag Zirvesi öncesinde islami bir tabirle ifade edersek, "Beyn'el - havfi ve'r - reca - Ümitle korku arasında" bir yerde bırakıldı. İlerleme Raporu, bir "Türkiye hesabı" çıkarıyor ve bu hesap, ülkemiz adına artılar ve eksilerle dolu. Bunların dökümü haber sayfalarımızda yer alacak. İleriki yazılarımızda da değerlendirmelerimize konu olacak. Ben, Avrupa Birliği adına ortaya konan perspektifte, bir dikkat çekici hususun altını çizmek istiyorum. İlerleme Raporu'nun "Din Özgürlüğü"ne ilişkin paragraflarında "Türkiye'de yaşayan Sünniler dışında kalan diğer din ve mezhep bağlıları"nın inanç hürriyetinden yeterince yararlanamadıkları vurgulanıyor. Ben hemen ilk planda, Türkiye'deki tüm inanç gruplarının özgürlük problemlerinin halledilmesi gerektiğini söyleyebilirim. Ama burada benim altını çizme gereği duyduğum husus "sünniler dışında..." kelimelerinde toplanıyor. Bu ifade, Raporu hazırlayanların Türkiye'ye ilişkin temel bir bakışını ortaya koyuyor. Onun özünde de "Türkiye'de sünniler çoğunluktadır. Bu çoğunluk için de, beklendiği gibi, Avrupa standardında, en azından Avrupa'nın ana özgürlük çerçevesini rahatsız etmeyen bir özgürlük standardı mevcuttur" değerlendirmesi bulunduğu düşünülebilir. Hatta Avrupa'da, çoğunluğa ait özgürlüklerin daha ileri boyutta azınlık için tehdit oluşturduğu, dolayısıyla çoğunluğa ait özgürlüklerin sürekli denetim altında bulunması gerektiği kanaatinin var olduğu da söylenebilir. Avrupa kurumları, bu yaklaşımlarını, tek tek somut özgürlük sorunları gündemine geldiği zaman da ortaya koymaktadır. Mesela başörtüsü konusundaki özgürlük talepleri, "çoğunluk mezhebi"ne ait bir talep olduğu ve bu çizginin gelişmesinin, azınlık din ve mezheplerine baskıya dönüşebileceği gerekçesiyle soğuk karşılanmaktadır. Aynı şekilde RP'ye yönelik baskılar, Avrupa'da, muhtemeldir ki, şuur altındaki "sünniler" yaklaşımıyla özgürlük sorunu çerçevesinde görülmemekte, hatta baskılara meşruiyyet tanıyan bir tavır sergilenmektedir. Avrupa'nın "sünniler dışında" yaklaşımı, yer yer Türkiye'de de paylaşılan bir görüştür. Özellikle Alevi örgütlerinin sözcüleri ısrarla bunu vurgularlar. Bu değerlendirmeye gelirken de şu düşünce kademelerinden geçilir: -Diyanet resmi bir devlet kurumudur ve bu kurum, sünni mezheplerin ölçülerine göre tedvir edilir. Devlet bütçesinden imamlara maaş verilir ve imamlar, sünni mezheplerin ölçülerine göre görev yaparlar. Ayrıca devlet, ilk - orta öğretim kurumlarında Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerini zorunlu tutar ve bu derslerde sünni inançları esas alınarak ders müfredatı oluşturulur. Bu değerlendirmelerde kısmi doğruların olmadığını söylemek mümkün değildir. Hatta Türkiye Cumhuriyeti'nin, derin şuurunda, insan zeminini dikkate alarak İslam'ın sünni yorumunu önemsediği düşüncesi de yabana atılamaz. Lakin... Türkiye Cumhuriyeti'nin laik bir sisteme sahip olduğunu, laiklik ekseninde gerçekleşen devrimlerin en çok insanların din ile bağlantılarında problemler ortaya çıkardığını, sonunda devlet kontrolünde bir din yapılanmasına gidildiğini, Diyanet'in ve "devlet denetiminde bir din öğretimi"nin böyle bir yapılanmanın ürünü olduğunu, toplumu laik istikamette yönlendirmenin, dine de laiklik çerçevesinde bir yorum getirmeyi gerektirdiğini, bunun da toplum - devlet ilişkilerinde ciddi sorunlar ortaya çıkardığını görmek kaydıyla... Bunun bedelinin özgürlükler alanında yaşanan sorunlar olduğunu kim görmezden gelebilir? Evet özgürlükler... Türkiye başörtüsü, daha genelde kılık - kıyafet sorununu neden çözemiyor? Türkiye'de din eğitimi neden hep sorundur? Türkiye'de İmam Hatipler'in müfredat programı neden hep sorundur? Türkiye siyasetinde neden hep "din eksenli" sancılar vardır? Türkiye'de neden gündemde hep bir "İrtica ile mücadele" meselesi vardır ve neden hep "irtica ile mücadele"nin çerçevesi, bunun demokratik hakları ortadan kaldırıp kaldırmadığı tartışılıp durur? Bütün şu saydığımız hususlarda özgürlük sorununun yaşandığı toplumsal alan, toplumun çoğunluğunu oluşturan alandır. Yani sünni alandır. Sanki Türkiye'de de, toplumun çoğunluğundaki dini bir yönelişin devletin ana kriterleri ile bir biçimde çelişme tehlikesinin bulunduğu ve devletin bu alanda sürekli müteyakkız olması gerektiği alt şuuru vardır. Bu alt şuur, özgürlük alanını sürekli denetim altında bulundurmakla sonuçlanır. Burada ilginç bir tesbiti daha yapmak gerekiyor: Alevi örgütlerinin sözcüleri ısrarla, devletin laiklik ilkesinin en çok Aleviler tarafından korunduğu gibi bir temayı işlerler. Dolayısıyla devletin ana çizgisi ile bütünleştiklerini iddia ederler. Böyle bir durum gerçekse, o zaman, toplum çoğunluğuna karşı gerçekleşen özgürlük kısıtlamalarıyla da bütünleşmeleri söz konusu olmaktadır. Son birkaç seneden beri, devlet başkanları ve başbakanlar, Alevi - Bektaşi ağırlıklı toplantılara katılmakta, konuşmalar yapıp vaadlerde bulunmaktadırlar. Doğrusu bundan rahatsız olmak gerekmiyor. Ama öte yanda bir inanç alanını devletleştirme mantığı içinde, toplumun geniş çoğunluğunu tedirgin eden özgürlük kısıtlamaları sürerken, beri yanda bir mezhep grubuna özel ihtimam gösterilmesi de yeni bir sorun olarak dikkat çekiyor. Son olarak, Avrupa politikalarının, azınlıkları ete kemiğe büründürme, çoğunluğu denetim altında bulundurma politikasının, en çok Türkiye açısından sorunlu olduğunu vurgulamak istiyorum. Avrupa'nın prensip olarak özgürlükleri genişletme politikasına evet, Türkiye'ye özgü, çoğunluğun özgürlük taleplerini dışlamaya yönelik tavrına hayır! Avrupa'yı Türkiye gerçeğini doğru okumaya çağırmak da bir temel görevdir diye düşünüyorum. Tabii iyi niyet var ise ön şartını hatırlayarak...
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |