|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Taze iki örnekten yola çıkarak, gazetelerimizin ısrarla tekrarladığı ve neredeyse artık hepimizin "normal" saymaya başladığı kötü bir huydan söz edeceğiz: Köşeden manşet kotarma... 20 Ekim tarihli Yeni Şafak Fehmi Koru'nun; 21 Ekim tarihli Milliyet de Güngör Uras'ın köşelerini manşete taşıdı...
Kronik Medya'da daha önce söz ettik; ülkemizde de bazı gazeteler artık "intihar" haberlerine yer vermiyor. Tabii ki çok da iyi ediyor. Kamuoyunun tanımadığı, bilmediği bazı şanssız insanların hayatlarına bir biçimde son vermeleri gazete okurlarını niçin ilgilendirsin ki... Ve biliyorsunuz, bu haberler bu talihsiz insanların yakınlarını sırasında haddinden fazla rahatsız edici bir tarzda hazırlanıyor. Bazı gazetelerimiz ise bu tür haberlere fazla uzatmadan çok kısa yer veriyor. (Örnek: Yeni Şafak) Ancak bize sorarsanız, gazetelerin sayfalarını "intihar haberleri"ne –eğer olayda adı geçen şanssız kişi bir biçimde tanınan bilinen birisi değilse– hepten kapamaları en doğru yoldur. Bir "intihar" olayı sonrası insanları derin acıları ve kaybedilenlerin hatıraları ile başbaşa bırakmak en doğru seçim. Bakın 22 Ekim tarihli gazetelerde bir "intihar" haberi daha var: Çoğu zaman olduğu gibi yine gencecik bir insan hayatına kıymış... Hürriyet gazetesi olayı "Şairin kızı 12'inci kattan atladı" başlığıyla vermiş. Görüyorsunuz, yaşanan acı olaya ne kadar kayıtsız, ne kadar duygusuz bir yaklaşım... Ne demek "Şairin kızı"? Çünkü bu şanssız genç kızın annesi adı ancak çok çok dar bir çevrede bilinen bir şairmiş. Hürriyet, gazetelerimizde sonu ölümle biten hemen bütün olaylarda kullanılan şu "klişe" ifadeye yer vermeyi de unutmamış: "(Anne B.T.) eve geldiğinde kızının ölüm haberini alınca yıkıldı. Ayakta güçlükle duran .....'ı arkadaşları teskin etti." Anlaşılır gibi değil; Hürriyet muhabiri "anne B.T."nin farklı bir davranış sergilemesini mi bekliyordu yoksa? Çok "kayıtsız", çok "duygusuz" dedik ya, işte tam da bunun bir göstergesi... Aynı "intihar" haberine Sabah gazetesi de yer vermiş. Bu gazete de "12. kattaki evinden kendini boşluğa bırakan" genç kızın "feci şekilde can verdiğini" bildiriyor bize. "Kayıtsızlık" ve "duygusuzluk"un bir başka örneği. Sabah muhabiri 12. kattan atlayan bir insanın "boşluğa" düşmeyeceğini ve "feci şekilde" can vermeyeceğini mi sanıyor yoksa? Genç kızın annesinin neler yaşadığına ilişkin yine aynı laflar: "Ana yüreği yandı / Acı haberi alır almaz eve koşan (...) anne.....ise ayakta durmakta güçlük çekiyordu. Kızının cansız bedenini görünce şok geçiren anne, gözyaşlarına boğuldu. 'O benim en değerli varlığımdı. Canım kızımın ölümüne bir türlü inanamıyorum' diyen..." (Hay sizin gibi muhabirlerin "edebiyat parçalayan" kalemlerine...) Bitmedi; madem ki ortada 5 sütunluk bir olay var, gazete işi burada bırakır mı hiç? Sabah, "Habere biraz da gönül işleri baharatı katalım!" diye düşündüğünden olsa gerek haberin sonuna şu notu eklemeyi de unutmamış: "Annesinin bir süredir (...) birlikte yaşamaya başladığı, bunun da genç kızı olumsuz etkilediği ileri sürüldü." Siz söyleyin; bu ülkedeki gazetecilik mesleği başkalarının acıları üzerinden başarı sağlamak sanatı mı yoksa? (K.B.)
İntihar haberlerini 'Kanal D' de vermiyor
Dün, Milliyet ve Radikal'in "kopya intiharlar" konusunda yapılmış araştırmaları gerekçe göstererek, 1995 Türkiye dördüncü güzeli Ahu Paşakay'ın intiharını haberleştirmediğini yazmıştık. Bugün de Kanal D haber yayın yönetmeni Fatih Altaylı, Hürriyet'teki köşesinde televizyonda bu habere neden yer vermediklerini açıkladı. Altaylı, "Bazı haberleri yapmamak gerek" başlıklı yazısında, Paşakay'ın intihar haberinin Kanal D haber merkezine ulaşmasından sonra Haber Müdürü Bülent Çöltekin'le kısa bir değerlendirme yaptıklarını ve haberi yayımlamama kararı aldıklarını açıkladı. Çünkü, "ABD kaynaklı araştırmalar gösteriyordu ki, intihar haberlerinin gazetelere yansıyış büyüklüğüne göre, intihar olaylarında dramatik artışlar meydana geliyordu." Altaylı, bu nedenle reytinglerinin düştüğünü, ama buna hiç üzülmediklerini yazdı. Altaylı yazısını şöyle bitirdi: "Dünyanın bütün reytingleri biraraya gelse, bir genci olası bir intihara sürükleyecek haberi yapmamızı sağlayamaz. Sağlayamayacak da. Kanal D Haber, Pazar gecesi 1. olamadığına çok sevinçli." Altaylı'nın gazetesi Hürriyet gibi öbür büyük medya gazeteleri ise birinci gündeki gibi tam gaz sürdürdüler haberi. Gazetelerimiz, Ahu Paşakay'ın rock'çı sevgilisinin şarkılarından başlıklar türeterek, uzmanların "destansı, romantik" başlıklar kullanmayın yönündeki uyarılarına da aldırmamıştı. Mesela: "Belki alışman lazım…" (Sabah), "Nerdesin Sevgilim" (Hürriyet), "Haberin yok, ölüyorum bu akşam" (Akşam). Sabah, Hürriyet, Akşam, Vatan gibi gazetelerin Milliyet ve Radikal'i; büyük televizyon kanallarının da Kanal D'yi örnek almalarını diliyoruz. Belki kararlarını etkiler diye de Reuters Sağlık Haberleri Servisi tarafından hazırlanıp 12 Mayıs 2000'de servise konan bir haberi aktarıyoruz. Medya kopya intiharlarda rol oynayabilir
NEW YORK, 12 Mayıs (Reuters Sağlık Haberleri Servisi) - Columbia Üniversitesi Tıp Okulu Psikiatri ve Halk Sağlığı profesörlerinden Dr. Madelyn S. Gould'a göre; medya, hassas bireylerin intihar etme/ teşebbüs olasılıklarının artışında, hiç farkında olmadan, bir rol oynayabilir.
Gould, New York'ta yapılan İntiharı Önleme 2000 sempozyumunda, "yeni çalışmaların, TV ve gazetelerdeki yoğun intihar haberlerinin ardından, çoğunlukla gençlerde görülen kopya intiharların sayısındaki artışı ortaya koyduğunu" söyledi. Gould, "İntihar bulaşıcılığı bir gerçektir ve son zamanlarda belirli haber sunumlarının miktarıyla intihar olayları arasındaki ilişkiyi araştıran çalışmalar yapılmaktadır" diye de ekledi.
Gould'un vurgu yaptığı bir diğer nokta da; intiharın bulaşıcılığının halihazırda süregelen duygu durum bozuklukları (depresyon ve bipolar bozukluk gibi), ailenin intihar tarihçesi, saldırgan davranış ve madde bağımlılığı gibi diğer risk etkenlerini göz önüne almaksızın her bireyi etkilediğinin söylenemeyeceği idi.
Gould, Reuters'e verdiği demeçte, "Bir intihar hakkındaki haberler olayın nasıl yapıldığının ayrıntılarını veriyorsa, zihinsel hastalıkların etkilerini yok gösteriyorsa ve kurbanı destansı ya da duygusal ifadelerle tanımlıyorsa; bu haber sunum tarzının o intiharın taklit edilme olasılığını arttıracağı söylenebilir" dedi ve intiharı diğer açılardan "sağlıklı" ve "başarılı" bir bireyin gizemli bir icraatı olarak sunmanın depresyondan muzdarip, intihar eğilimli insanların yardım arayışına girmelerini engellediğini ekledi. Bunun yanı sıra, Gould, böyle bir sunumun intihar kurbanıyla özdeşleşmeyi arttıracağını ve sonuçta intihar eğilimli insanların bu eyleme yönelme olasılığını yükselteceğini belirtti.
Gould'un altını çizdiği bir başka nokta da; ABD ve deniz aşırı ülkelerde son zamanlarda yapılan çalışmaların medyayı bu konular hakkında bilgilendiren medya kılavuzlarının kullanılmaya başlanmasından sonra intihar oranlarında düşüş olduğunu göstermesidir. Örneğin, Avusturya'da basına dağıtılan kılavuzun kullanıma sokulmasından sonra intihar oranlarsında büyük bir düşüş yaşanmış.
Gould'un da katıldığı sempozyumu düzenleyen Amerikan İntihar Vakfı kopya intihar riskini azaltarak haber sunumu yapma yollarını, medyayla işbirliği yaparak aşmaya çalışıyor. Kurum bu sayede, ifade özgürlüğünü zedelemeden haber sunumlarının yaptığı zararı azaltmayı umuyor.
Habercilerin atacağı olumlu bir adımın, intiharı; "genellikle tedavi edilebilir, farklı tür zihinsel hastalıkların yarattığı karışık bir sorun" olarak ortaya koymak olduğunu ifade etti Gould.
Programın ve Vakıf'ın ana amacı intiharı önlemek ve bu yolda yerel kaynaklara yönelik malumat sağlamak da teşvik ediliyor. Atılabilecek bir başka adım da, kurbanı ve akrabalarını gündeme getirirken, kurbanla marazi özdeşleşmelere yol açmamaya gayret etmek ve istemeden ölümü normalleştirmekten ve hatta yüceltmekten kaçınmak. Gould, "İntihar edenlerin %90'ından fazlası öldükleri dönemde, intihardan aylar hatta yıllar öncesinde başlamış, psikiatrik sorunlardan muzdarip" olduklarını ortaya koydu.
Gould ve meslektaşları, bu çalışmaların yanı sıra, gençlerdeki intihar olgusuna dair risk etkenleri konusunda onları uyarmaları için pediatristlerle işbirliği içine girmeye de çalışıyorlar.
Hürriyet 'temsili fotoğraf' hizmeti sunuyor!
DGM Başsavcısı Nuh Mete Yüksel'in görevden alınmasına bütün gazeteler gibi tabii ki Hürriyet de geniş yer vermiş. Ama hakkını teslim etmek gerekir biraz tuhaf bir başlıkla! Gazete sürmanşetten şöyle diyor: "Bir gecelik zevk uğruna"(!) Sanırsınız ki, bütün mesele bundan ibaret; bütün mesele Yüksel'in "bir Rus kadınla yatakta çekilen" video kasetinin ortaya çıkmasından ibaret...
Neyse... Biz gelelim Hürriyet'teki haberin devamına: Gazetenin iç sayfasında öne çıkardığı ifade şöyle: "DGM Başsavcısı Nuh Mete Yüksel'in bir kadınla yatakta çekilen video kasedini inceleyen Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, görüntülerin montaj değil gerçek olduğuna karar verdi. Kurul'un kınama cezası verdiği Yüksel, DGM Savcılığı'ndan ayrıldı."
Hürriyet'in bu ifadesi biraz garip değil mi? Herşeyden önce, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun önlerine gelen kasetin "montaj değil gerçek olduğuna" karar vermeleri gibi bir durum sizce de makul mu? Kurul üyelerinin bu konuda ehliyet sahibi oldukları düşünülemeyeceğinden, belli ki "Jandarma Laboratuvarı"nın "Odaya gizlice yerleştirilen gizli kamerayla çekilen görüntülerin toplam uzunluğu 4 dakika 52 saniye olarak tespit edilmiş olup her karesinde montaj tespit edilmiştir" diye akladığı kaset o tarihten bugüne başka laboratuvarları da ziyaret etmiş ve "montaj" olmadığına dair bir rapor almış. Zaten bize sorarsınız, Kurul'un emniyet teşkilatı içindeki bir daire gibi önüne gelen "seks" kasetlerini incelemesi de olacak iş değil. Kurul üyelerinin Nuh Mete Yüksel'in kendilerini ilgilendirmeyen faaliyetlerini izlemek gibi ne bir görevi ne de mecburiyeti var!
Neyse, bu bahsi de geçelim ve bizi bu haberde en fazla ilgilendiren "şey"e, yani Hürriyet'te "Yüksel, odada esmer bir kadınla başbaşa" başlığı altında yer alan fotoğrafa gelelim: Bu fotoğraf kahramanlarının yüzlerini "mozaiklenmiş" olarak gördüğümüz bir "seks" fotoğrafı. Peki gazete hiç mi hiç gereği yokken bu fotoğrafı niçin kullanmış? Sorunun cevabını Hürriyet'ten okuyalım: "Kasette, yandaki temsili fotoğraftaki gibi görüntülerin olduğu öğrenildi." Çok şaşırtıcı değil mi? Sanırsınız ki, Yüksel'in kasetinde yer alan görüntüler hiçbir Hürriyet okurunun nasıl bir şey olduğuna dair en ufak bir bilgisi olmadığı görüntülerdir! Gazete okurlarına bir hizmet olarak, ayrıntısıyla anlattığı hikayeyi bir de "temsili bir fotoğrafla" anlatmak istemektedir! Fakat o da ne? Bu "temsili fotoğraf"taki erkek kahraman tanıdığımız birisine de bayağı benziyor! (Görüyorsunuz "ihtiyatlı" gidiyoruz!)
Bu durumda; bu "temsili fotoğraf" ya gören herkeste uyandırdığı izlenime uygun olarak Yüksel'in içinde olduğu bir fotoğraf karesidir, ya da sayfaya ne için yerleştirildiği belli olmayan, habere manasız bir katkıdan ibarettir! Bitmedi; eğer birinci seçenek doğruysa o zaman da şu soru: Ancak polisin-savcının ve "Kurul"un elinde bulunması gereken bu "temsili fotoğraf"ın Hürriyet arşivinde ne işi var?
Haaa unutmadan: Sadece Hürriyet değil hiçbir gazetenin üzerine eğilmediği bir diğer husus da, söz konusu "video kaset"in bir arama sırasında ele geçtiği Çağdaş Eğitim Vakfı adlı kuruluşun bu işteki rolü sorunu değil mi? (K.B.)
Gazeteci, işte bu nedenle mesafesini korumalı Hürriyet gazetesi Ankara Temsilcisi Sedat Ergin'in, "Bir dönemin karakutusu" olarak takdim edilen Hüsamettin Özkan'la gerçekleştirdiği iki günlük söyleşinin son bölümü de dün (22 Ekim) yayımlandı. Özkan, ünlü "Anayasa kitapçığı fırlatma" tartışmalarında son zamanlarda ortaya çıkan yeni tanıklıklara cevap verme fırsatı bulduğu dizinin bu son bölümünde "Sezer'i Ecevit'le birlikte seçtiklerini" anlatıyor. Başka şeyler de var ama, başlık için bu uygun görülmüş... Biraz sonra söyleşiye yeniden döneceğiz, ama gelin şimdi birlikte iki yıl öncesine uzanalım... Bundan tam iki yıl önce, yani 2000 yılının ekim ayında basını meşgul eden (yani "küçük" basını) bir meselemiz vardı: "Kayınvalide..." Tuhaf, çok tuhaf bir hikâyeydi... Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin yeminli murakıpları, Murat Demirel'in bankasından paravan bir firmaya açılan kredinin bir bölümünün, dönemin etkili Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan'ın kayınvalidesi Hatice Betül Özbay'ın hesabına yatırıldığını saptamışlardı. Para 69 milyar liraydı, küsuru da vardı ve dolara çevrildikten sonra (ki tamı tamına 250 bin dolar ediyordu) yatmıştı hesaba... Bir başka enteresan nokta, paranın, bütün batık bankalarda adı geçen Aydoğan Semizer adlı bir avukatın talimatıyla hesaba yatmış olmasıydı. Daha sonra, Semizer'in Betül Özbay'ın da avukatı olduğu anlaşıldı. Özbay, kendisine ait bazı dairelerin avukatı tarafından satıldığını, hesabına yatan paranın o para olduğunu söyledi yeminli murakıplara. Paranın neden sonradan batacak olan bir bankanın gerçekte hiç olmayan bir firmaya açtığı kredinin bir bölümünden karşılandığı sorusu ve başka bir dizi soru cevapsız kaldı. İlaveten, niyeti olan bir gazeteciyi haftalarca meşgul edecek malzeme vardı ortada. Uzun bir süre sadece Yeni Şafak muhabiri Murat Kelkitlioğlu'nun izlediği haber, büyük basın gazetelerine ancak Başbakan Ecevit'in "İnceledik, sayın Özkan'ın kayınvalidesinin masum olduğu ortaya çıktı" müjdesinden sonra haber oldu. (Haber, Milliyet tarafından "kamuoyunu uzun süredir meşgul eden..." kalıbıyla sunuldu. Oysa "Milliyet kamuoyu" habere "müjde" faslından sonra dahil olabilmişti ancak.) Başbakan Ecevit, avukat Aydoğan Semizer'in "Sayın Özkan'ın kayınvalidesi suçsuzdur" şeklindeki ifadesini delil olarak göstermişti. DGM'nin "Kayınvalide" hakkında dava açmasından birkaç gün sonrasına gelen bu konuşmayı izleyen haftada, mahkeme Semizer'i tutuklama kararı aldı. Sedat Ergin'in 21 Kasım 2000 tarihli Hürriyet'te yayımlanan "Kayınvalide sorunu" başlıklı yazısı işte tam o günlere denk gelmişti. Ergin, olayın mahkemelik olduğuna aldırmaksızın "Vicdan ölçüleri içinde bakıldığında, olayın dökümü"nün "Betül Özbay'ın kamuoyu karşısında mahkûm edilmesi ve damadının da Egebank skandalıyla ilişkilendirilmesi için yeterli olmadığı"nı ilan etti. Yani bir gazeteci, ortadaki bir sürü soruya rağmen meseleyi kapatma ve hatta bir siyasetçiye kefil olmayı göze alabilmişti. Gazeteciliğin "temas ve mesafe mesleği" olduğunu tekrarlamanın tam zamanı… Bu örnekte gazeteci "temas"ı fazla kaçırmış, "mesafe"yi ayarlayamamıştı. Şimdi "söyleşi"ye dönebiliriz… Mesele nedir? Bir gazeteci, ülkenin cumhurbaşkanı ile başbakanını karşı karşıya getiren ve büyük bir krizi tetiklediği söylenen "kavga"yı, taraflardan birinin ağzından yansıtmaktadır. Şimdi söyleyin: İki yıl öncesindeki kefaletten haberi olan bir okur, gazetecinin, muhatabına sorulması gereken bütün soruları sorduğuna, soracağına inanabilir mi? Hafızası kuvvetli okurlar, hiç kuşku yok ki söyleşiyi bu duygularla okudular. (A.G.)
Bir 'sille' de 'Atıf Hoca'dan!
Hürriyet'ten Ali Atıf Bir ve öğrencileri hayırlı bir iş yapmışlar. 16-25 Eylül tarihleri arasındaki 10 günlük sürede 11 ulusal TV kanalının ana haber bültenlerinde hangi partiye ne kadar süre ayrıldığını hesaplamışlar. Bir'in de söylediği gibi sonuç gerçekten haddinden fazla "eşitlikçi" bir dağılıma işaret ediyor. Nitekim araştırma sonucu Hürriyet'in (20 Ekim) "Atıf Hoca'nın Not Defteri" sayfasına "AKP'ye 6 saat, İşçi Partisi'ne 4 dakika" başlığıyla haber olmuş. Bu başlığın hemen altında da "Ana haberlerde siyasi haber parti dağılımı"nı gösteren bir tablo yer alıyor. Söylediğimiz gibi sonuç haddinden fazla "eşitlikçi" bir dağılıma işaret ediyor. AKP 6 saat 34 dakika ile birinci; Genç Parti 3 saat 27 dakika ile ikinci; DSP, CHP, ANAP ve DYP'ye ayrılan süreler ortalamasıysa 1,5 saat dolayında. Peki hakkında en az laf edilen partiler hangisi? En şanssız parti 3 dakika ile DEHAP. Ondan bir önceki sırada da 4 dakika ile İşçi Partisi'ni görüyoruz. Peki o zaman "Atıf Hoca'nın Not Defteri" sayfasının başlığı niçin "AKP'ye 6 saat, DEHAP'a 3 dakika" değil de "AKP'ye 6 saat, İşçi Partisi'ne 4 dakika" olarak tasarlanmış? Vurgulanmak istenen husus en üstte yer alanla en altta yer alanın karışılaştırılmasıysa, DEHAP yerini İşçi Partisi'ne niçin kaptırmış? 10 günde 3 dakika ile "feleğin sillesi"ni zaten yemiş olan DEHAP'a bir "sille" de "Atıf Hoca"dan mı geliyor yoksa! Yanılıyor muyuz, "3 dakika", "4 dakika"dan daha kısa bir süre değil mi yoksa? Değilse eğer, o zaman geriye kalıyor tek bir ihtimal: Hürriyet'in (ve "Atıf Hoca"nın) gözünde İşçi Partisi'nin haber başlığına yükselme şansı DEHAP'ınkinden çok olmasın! (K.B.)
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |