|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Türkiye, siyasî, ekonomik ve toplumsal olarak büyük sıkıntılarla ve sorunlarla karşı karşıya kaldığı kritik bir zaman diliminde seçimlere gidiyor. Seçimlerin nasıl sonuçlanabileceğine ilişkin tablo az çok netlik kazanmış gibi görünüyor: AKP, kesin olarak seçimlerden birinci parti olarak çıkacak. CHP'nin ise ikinci parti olacağı anlaşılıyor. Seçimlerden sonra, büyük bir ihtimalle AKP ile CHP arasında bir koalisyon hükümeti kurulacak. Peki, AKP-CHP koalisyonunun Türkiye'yi götürebileceği yer neresi olabilir ya da olacak? Bu soruya cevap verebilmek için, birincisi, AKP'nin de, CHP'nin de yapılarına ve söylemlerine; ikincisi de, Türkiye'nin içinde bulunduğu, daha doğrusu, büyük ölçüde içine sürüklendiği dış / küresel konjonktüre yakından bakmamız gerkiyor. AKP, merkeze oynadığını, İslâmcı bir söyleme sahip olmadığını söylüyor. O yüzden adaylarını ve politikasının omurgasını da bu çerçevede belirleyeceği anlaşılıyor. CHP ise sol söylemin teorik olarak omurgasını oluşturan sosyalist enternasyonelle ilişkisi olmadığını, kapitalist-pazar ekonomisini benimsediğini alenen ilân etti. Bir de Derviş faktörü var işin içinde: Derviş, sadece CHP'de değil Türkiye'de ABD eksenli politikaların geliştirilmesinde ve pekiştirilmesinde, hatta Türkiye'nin gelecek 10 yılının ABD-İsrail yörüngesinde kilitlenip kalmasında kilit rol oynayacak bir figür. Gerek AKP'nin gerekse CHP'nin (ve Derviş'in) söylemlerinin oluşmasında, dış konjonktürün, Türkiye'nin geleceğinin İslâmî söylemler ekseninde belirlenmeMEsi yönünde "balans ayarı" yapan katalizör görevi gördüğünü düşünüyorum: Geçtiğimiz iki ay içinde ABD'den "bir kamyon dolusu karanlık adam"ın Ankara'da cirit attıklarını özellikle hatırlatmak isterim. Unutmayalım ki, 1999 seçimlerinin sonucunun belirlenmesinde ABD'nin Abdullah Öcalan'ı yaka-paça yakalayıp Türkiye'ye postalaması büyük ölçüde etkili olmuştu. Yani 1999 seçimlerine "Apo gölgesi" damgasını vurmuştu. 3 Kasım seçimlerine de "11 Eylül süreci" damgasını vuracak. Bu noktanın altını kalın harflerle çiziyorum. Bu dış konjonktür, Türkiye'nin iç konjonktürünü de -tümüyle olmasa bile- büyük ölçüde belirleyecek kadar etkin ve nüfûz alanı bir hayli geniş bir konjonktür. Türkiye'nin ve bölgenin stratejik, ekonomik, siyasî ve kültürel haritalarını ve önceliklerini ABD-İsrail'in çıkarları doğrultusunda yeniden belirlemeyi ana hedef olarak benimseyen bir dış konjonktür var karşımızda. Bu dış konjonktür, Türkiye'deki seçimlerin sonuçlarını ve hatta Türkiye'nin kısa ve orta vadede nereye doğru sürüklenmek istendiğini ele veren ve ülkemizi büyük sorunların ve tehlikeli gelişmelerin ortasına fırlatıverecek bir konjonktür. Bu dış konjonktür'ün adını artık kesinkes "11 Eylül süreci" olarak koyabiliriz. Ayrıca üzerinden tam bir yıl geçmiş olmasına rağmen "11 Eylül süreci"nin Soğuk Savaş'ın sona erdirildiği ve "kızıl tehlike"nin yerine "yeşil tehlike"nin yerleştirildiği 1989 yılından itibaren resmen start aldığını görmemiz gerekiyor. Peki, Türkiye'deki 3 Kasım seçimlerine damgasını vuracağını söylediğimiz "11 Eylül süreci"nin asıl amacı ne? "11 Eylül süreci"nin asıl amacı şu: İslâm dünyasının, İslâm ekseninde yeni bir yörünge oluşturmasını ve ABD-İsrail ile Japonya ve AB troykasından oluşan ama ABD'nin başını çektiği seküler ve neo-pagan küresel sistemi sarsabilecek tehlikeleri bertaraf etmek. ABD-İsrail, uzun vadede Türkiye'nin İslâm ekseninde yeni bir yörünge oluşturulmasında kilit rol oynayabileceğinden ürktükleri için, ABD, son on yıl içinde önce Körfez'e, sonra Balkanlara ve son olarak da Kafkaslara ve Orta Asya'ya yerleşti. Türkiye'nin ekonomisinin, siyasetinin, kültürünün bu denli tahrip olmasını, bu dış konjonktürden bağımsız olarak düşünmek imkânsızdır: Türkiye'nin 1980'lerde gerçekleştirdiği ekonomik sıçrama ve ardından Türkî cumhuriyetlerin kurulması ve önümüzde büyük bir koridorun açılmış olması, Türkiye'nin daha büyük atılımlar ve sıçramalar yapmasını sadece gerektirmiyor, aynı zamanda zorunlu kılıyordu. Peki ne oldu da, nasıl oldu da, Türkiye hem ekonomik sıçramasını devam ettiremedi, hem de Türkî cumhuriyetlerin bağımsızlığına kavuşmalarıyla önüne açılan fırsatların hiç birini rasyonel bir şekilde değerlendiremedi de, tam tersi bir şekilde modern tarihimizin en büyük siyasî, ekonomik ve kültürel çöküşünü yaşamaya mahkum oldu? Bu yakıcı soru'nun üzerinde çokça kafa yormamız gerekiyor. Varmak istediğim sonuç şu: Türkiye, İslâm'la ilişkilerini sıfırlamaya doğru çılgınca koştuğu (ve koşturulduğu) sürece, aslâ bir daha belini doğrultamayacaktır. İslâm, bu toplumu, ayakta tutan, tüm zorluklara göğüs germesini mümkün kılan yegane dinamiktir. Eğer bu toplumun İslâm'la ilişkileri sıfırlanacak olursa, bağımsızlığımızı ve varlığımızı koruyabilmemiz bile tehlikeye düşecektir. "11 Eylül süreci"nin gereği olarak Amerikalılar, Türkiye'nin, sadece gerilim ve çatışma üreten ana/kronik laikliğini İslâm dünyasına örnek olarak sunacaklarını söyleyerek Türkiye'nin (ve İslâm dünyasının) kimyasını bozma (İslâm'ı kamusal hayattan uzaklaştırıp sadece bireylerin vicdanına hapsederek İslâm'la ilişkilerini asgarî düzeye indirme, yani İslâm'ı Hıristiyanlığa benzeterek protestanlaştırma) projelerini uygulamak istiyorlar. İslâmcı partilerin iktidara gelmesini kesinlikle istemiyorlar. Ama İslâmcı bir program uygulamayacağını vadeden partilere de pek fazla soğuk bakmayacaklarına, hele de başka seçenek yoksa, kerhen de olsa bu partilerle Türkiye'nin ve bölgenin geleceğini kendi çıkarları doğrultusunda belirlemek için yoğun çaba göstereceklerine dair önemli işâretler verdiler. Türkiye'de İslâmî söylemleri eksene alan güçlü siyasi partilerin etkisiz hale ge(tiri)lmesi hem Türkiye'nin ve İslâm dünyasının geleceği açısından, hem de Amerikan hegemonyasının hiçbir direnişle karşılaşmadan sürmesini sağlayacak olması açısından son derece tehlikeli bir durumdur. Bir kere şunu aslâ unutmayalım: Türkiye'nin sınırlarını koruyabilmesi de, toplumsal istikrarını garanti altına alabilmesi de ancak İslâm'la ilişkilerini güçlendirmesiyle mümkün olabilecek bir şeydir. Türkiye, İslâm'la güçlü ilişkiler kuramayacak olursa, bu ülkenin işadamlarının da, İslâm'la ilişkileri neredeyse sıfırlanmaya çalışılan aydınlarının ve genç kuşaklarının da Türkiye'ye hiçbir âidiyet bağları kalmayacak ve bu insanlar, en zor zamanlarda Türkiye'yi terketmekte hiçbir sakınca görmeyeceklerdir. Arjantin ekonomisini çökerten en belirleyici faktörün, Arjantin sermayesinin Arjantin'i arkasına bakmadan terketmesi olduğunu aslâ unutmayalım. Burada son olarak Saadet Partisi (SP)'nin mutlaka barajı aşmasının hayâtî önem taşığını, muhtemel AKP iktidarında SP'nin –AKP'yi de sürükleneceği tehlikelerden kurtaracak- önemli bir muhalefet işlevi göreceğini özellikle vurgulamak istiyorum.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |