|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Gazetelerin "ölüm ilanları" yayınlaması dünyanın hemen her tarafında karşılaşılan bir uygulama. Gazetelerin belli sayfaları, yakınlarını kaybeden insanların bu kayıplarını geniş kitlelere duyurmak için verdikleri ölüm ilanlarına ayrılmış. Bu uygulama tabii ki bizim gazetelerimizde de karşımıza çıkıyor. Ancak bizdeki ölüm ilanlarında sanki ters bir şeyler var... Bizdeki ölüm ilanları herşeyden önce kapladıkları alanın azametiyle önemli bir farklılık arzediyor. Hayata veda eden kişi eğer çok varlıklı birisiyse, gazetelerin sırasında üç beş sayfası ölüm ilanlarıyla (ya da "duyuruları" ile) doluyor. Yalan değil, üzerinden epeyce "eşitsizlik" kokusu yükselen bir manzara bu... Biz fânileri "doğum"da olmasa da, "ölüm"de "eşitsiz" kılan bir manzara... Oysa "ölüm", insanların ne kadar "varlıklı" olurlarsa olsunlar "eşitliğe", hem de "mutlak bir eşitliğe" sokan bir olay değil mi? "Medeni ülkeler" deki gazetelerde bizdeki gibi "çarşaf çarşaf" ölüm ilanlarının yer almaması da anlamlı olsa gerek. Cenazelerin büyük ölçüde (hatta tamamen) "cenaze levazımatçıları" yoluyla "para"ya sıkı sıkıya bağlandığı bu ülkelerde bile sıra "ölüm ilanları"na gelince fevkalade mütevazı davranılırken, cenazeleri cemaatin ilgisine teslim ederek ölüm karşısında sınıf farkının silinmesini neredeyse emreden bir anlayışın hakim olduğu ülkemizde bu "çarşaf çarşaf" ölüm ilanlarından bir türlü vazgeçilememe-sini nasıl açıklamalı? Tamam, gazetelerin, sağladıkları kazanç açısından bu abartılı "ölüm ilanları"ndan çok memnun olduğu muhakkak; ama ya toplum, toplum niçin bu uygulamadan bu derece memnun? Gazetelerimizdeki "ölüm ilanları"nı Batı'daki örneklerinden ayıran bir diğer önemli husus da, ilanı verenin kim olduğuna ilişkin. Bazen öyle "ölüm ilanları" ile karşılaşıyorunuz ki, ilan sahibinin bir "kamu kuruluşu" olma özelliği bizi bayağı şaşırtıyor. Bu kuruluşların, ölen kişi kendilerine ne kadar yakın olursa olsun böyle "bol keseden" ölüm ilanı vermeye hakları var mı? Buraya kadar okuduğunuz "giriş" faslı, sözü 14 Kasım tarihli Hürriyet'te yer alan (tarama yapmadık ama muhakkak ki hiç değilse üç beş gazetede daha yayımlanmıştır) bir "ölüm ilanı"na getirmek için. "Türk çiftçisinin değerli lideri, Tariş Pamuk Tarım Satış Kooperatifleri Birliği Yönetim Kurulu Başkanı, Tariş Ayma A.Ş. ailesinin saygıdeğer büyüğü" Mehmet Bakanoğlu 12 Kasım günü vefat etmiş. Allah rahmet eylesin... Bu ölüm ilanı Hürriyet'te tam bir sayfa olarak yer alıyor. İlanı veren ise "Tariş Ayma İç ve Dış Ticaret Anonim Şirketi", yani Tariş bünyesinde yer alan bir kamu kuruluşu. Rahmetli Bakanoğlu'na söyleyecek sözümüz tabii ki yok; peki bu masraflı mı masraflı ölüm ilanını veren Tariş'e? Biz bu ilanı görünce Hürriyet'te yer alan ilanları pazarlayan bir şirkete telefon açarak bu ilanın kaça patladığını öğrenmek istedik. Bize verilen bilgi şöyle (Ne olur ne olmaz, Kronik'çi olduğumuzu anlar cevap vermezler diye, tarifeyi dörtte bir sayfadan başlayarak sorduk!):
(Son tarife, yani Bakanoğlu için verilen ilanın tarifesi yazıyla: Yetmiş üç milyar, beşyüzdoksanaltı milyon lira.) Şimdi toparlayalım: Öyle anlaşılıyor ki, Bakanoğlu'nun ölüm ilanı Tariş'e (hiç değilse 2-3 ilan desek) 150 milyardan ucuza patlamamış! Eee be birader, daha yakında elinden bankası alınan Tariş'in şu krizli günlerde kaybedilen kişi ne kadar sevilen ve önemli bir kişi olursa olsun, o sıkıntılı kasasından bu kadar parayı başta Hürriyet olmak üzere (çünkü orada tarife daha yüksek) birkaç gazeteye hediye etmesi yerinde bir davranış mıdır? IMF bu işe şahit olsa ne der! Evet bu ilandan (haklı olarak) muhakkak ki Bakanoğlu'nun geride bıraktığı ailesi ve Hürriyet gazetesi ziyadesiyle memnundur. Peki ya "Kooperatif" üyeleri? (K.B.) Yalan değil, gerçekten "gülümseten tarih"!
6 Kasım'dan itibaren Hürriyet gazetesiyle birlikte ("Hürriyet'le birlikte 500 bin TL") dağıtılmaya başlanan "Hürriyet /TARİH" adlı derginin tanıtımı şöyle yapılmış: "Asık suratlı değil, gülümseyen tarih." Murat Bardakçı'nın yönetiminde yayımlanmaya başlayan derginin sürekli yazarları arasında Prof. İlber Ortaylı başta olmak üzere bazı tanınmış tarihçiler de var. 6 Kasım tarihli Hürriyet'te derginin yayına başlamasıyla ilgili bir de haber var: "Ata'yı reddeden kadın / Mustafa Kemal Paşa, Milli Mücadele öncesinde son padişah Sultan Vahideddin'in kızı Sabiha Sultan'ı istemişti. Ancak Sabiha Sultan reddetti. Sultan, 'Peki Paşam' deseydi, Türk tarihi değişecekti."(!) Nasıl buldunuz; dergi bu incelemesiyle "gülümseten tarih"in gerçekten iyi bir örneği değil mi? Peki o halde hayalgücümüzü çalıştıralım: Derginin ima ettiği gibi Sabiha Sultan, Mustafa Kemal Paşa'ya "Evet Paşam" deseydi Türk tarihi nasıl değişirdi? Bunu bilmeyecek ne var; herhalde en başta (dikkat edecekler dikkat etsinler, biz değil "Hürriyet TARİH" dergisi yol gösteriyor!) Mustafa Kemal Paşa sonraki yılların Atatürk'ü olamazdı! Belli olmaz belki de "Milli Mücadele" de başlamaz, başarılı olamaz ve bugünkü Türkiye devletinin şekli "cumhuriyet" değil, "anayasalı bir monarşi", yani "meşrutiyet" olurdu... Biliyorsunuz, hayalgücünün sınırı yok! Gerçekten de "gülümseten bir tarih" değil mi? Hatırlıyorsunuzdur, bu tarih türüne bu ülkede "Halamın bıyıkları olsaydı amcam olurdu!" tarihi deniyor... (K.B.) Cumhuriyet:
'Muhafazakar' değil ama 'tutucu' bir gazete.... Bu iki sözcüğü -"muhafazakar" ve "tutucu"- genellikle eşanlamlı olarak kullanıyoruz. Öyle ki, Ferit Devellioğlu'nun "Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat"ında da bile ilk sözcüğün karşısında "tutucu, bir şeyi olduğu gibi, değiştirmeden tutmak isteyen, eskiye bağlı, fr. conservateur" açıklaması yer alıyor. Oysa epeydir bazı çevrelerin ısrarla belittikleri gibi bu iki sözcük aslında eşanlamlı değil. Aslında bunun böyle olduğu zaten Devellioğlu'nun hatırlattığı Fransızca karşılıktan da belli. "Conservateur"ün bir şeyleri "koruduğu" muhakkaksa da, bir şeyleri "tuttuğu" söylenebilir mi? Bu sözcüklerin bizi yakından ilgilendirmesinin nedeni, siyaset terminolojisinin temel kavramları arasında olmaları. Kendisini "muhafazakar" olarak niteleyen bir siyasi hareket bir yanda başta geniş anlamıyla "kültürel" planda olmak üzere içinde geliştiği toplumun temel değerlerini "korumak" isterken, diğer yanda yine geniş anlamıyla "mühendislik" diyebileceğimiz alanda açılmayı, gelişmeyi pekâla savunabilir. Mesela, İkinci Savaş sonrası Batı Avrupa'yı geleneklerini "koruyarak" kalkındıran "muhafazakar sağ" iktidarlar... Ancak kabul etmek lazım ki, "muhafazakarlık"ın Türkiye serüveni problemsiz bir alan da değil. Ekonomik yönünün mutlaka siyasal yönüyle birlikte mütalâa edilmesi gereken "liberalizm"in bu topraklarda yolu çok önceden kesildiğinden, "muhafazakarlık"ın bizdeki serüveninin pekçok zaman açıkça "tutucu" bir özellik taşıdığı da bir hakikat. Neyse... Öyle görünüyor ki, bu "karanlık çağ"ın kapanması Türkiye açısından da çok uzak değil... "Tutuculuk" ve "tutucu" sözcüklerini ise, özellikle Türkiye'de, çok farklı bir açıdan değerlendirmek gerekiyor. "Tutuculuk" ve bu görüşü benimseyen "tutucular" açısından, bir ülkede, toplumda sadece "kültürel" değerler gibi bazı "şeyleri" değil, "herşeyi" korumak esastır, dersek yanlış olmaz herhalde. Bu "herşey" öyle bir "şey"dir ki, ekonomiden, siyasal sisteme, hukuk düzeninden, dış politikaya kadar aklınıza ne geliyorsa içine alır... Mesela Türkiye örneğinden hareketle söylersek, tipik bir Türk "tutucu"sunun gönlünde, ekonomik düzeni, binbir "özürlü" yanıyla Anayasa ve yasaları, topluma yıllardır ("korumacılık"!) enjekte edilmeye çalışılan "ideoloji"yi, "kimlik" vesaire gibi zamanında derdest edilip bir kenara bırakılmış onlarca toplumsal meseleyi mutlaka ve mutlaka "korumak", daha da doğrusu yerinde "tutmak" birinci görevdir! "Tutulacak" meseleler arasında tabii ki "Kıbrıs" konusu da gelmektedir. Kıbrıs meselesi de, asıl adı "çözümsüzlükte ısrar" olan "milli tez"iyle olduğu yerde "tutulmalı"dır.... İşte, Cumhuriyet gazetesine "Muhafazakar değil ama tutucu" derken tam da bu çerçevedeki bir örneğe işaret etmek istiyoruz: 14 Kasım tarihli Cumhuriyet, kendisine manşet olarak, üç beş günlük Dışişleri Bakanlığı görevinin kendisini fazlasıyla memnun ettiği ve elinden gelse bu makamı "Tabii Dışişleri Bakanlığı" gibi yıllarca tepe tepe kullanmak isteyen Şükrü Sina Gürel'in nasıl nitelenmesi gerektiğine bir türlü karar veremediğimiz temelsiz açıklamalarını seçmiş: "BM Kıbrıs planını Rumlar'la hazırladı"(!) Gürel bu kanaate nasıl mı varmış? Tahmin ettiğiniz gibi ortada bu açıklamasına hak verdirecek delil filan yok; "ellerinde güçlü kanıt bulunduğunu" söylemekle yetinmiş. Gürel'in başka "güçlü kanıtları" da eksik değil. Mesela, AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan'ın "Kıbrıs konusunu Türkiye makamlarıyla konuşmadan önce Yunanistan Dışişleri Bakanı Kostas Simitis'le değerlendirmeyi yeğlemesi" gibi! Gürel, bildiğiniz gibi, AB'ye de, Kıbrıs'ta çözüme de karşı. Birçokları gibi o da Kıbrıs işinin olduğu gibi "tutulması"ndan yana! Peki ya Cumhuriyet gazetesi? Gürel gibi Cumhuriyet gazetesi de bu işin "tutulması"ndan yana....Gazete her çevreden insanın nihayet umutlandığı bir dönemde öyle bir Kıbrıs birinci sayfası yapmış ki, doğrusu bu kadar olur: Gürel'in açıklaması, Org. Hilmi Özçkök'ün Kıbrıs gezisi, Başbakan Ecevit'in Erdoğan hakkında "Hangi sıfatla gidiyor?" şeklindeki sorusu... Yani özetle, "Aman ne olursa olsun da şu Kıbrıs meselesi olduğu gibi tutulabilsin!" gazeteciliği... (K.B.) Milliyet, bu işkence haberini de iyi izledi
Milliyet'in işkence iddialarını özel bir hassasiyetle izlediği gözümüzden kaçmıyor… Gazete, bu tavrını Eskişehir'de ortaya çıkan son iddia konusunda bir kez daha gösterdi… Eskişehirspor Taraftar Derneği Başkanı Deniz Yılmaz'ın karakolda gördüğü muamele, ilk 12 Kasım'da sürmanşetten duyuruldu okurlara: "Yine işkence iddiası… KARAKOLDAN KOMAYA… Deniz Yılmaz, Eskişehirspor-Güngören maçında olay çıkardığı iddiasıyla gözaltına alındı. Çarşı Polis Karako-lu'na götürülen Yılmaz, daha sonra acilen hastaneye kaldırıldı. Yılmaz hastaneye geldiğinde ciğerleri patlamış, kaburgaları kırılmıştı. Polis, 'Kendini duvara vura vura yaraladı!' diyor…" Milliyet haberini ertesi gün de sürdürdü.. "'Duvar' suçsuz çıktı" başlıklı geniş haberde bu kez hastanede bulunan Deniz Yılmaz konuşmuştu. Yılmaz, "Beni polisler bu hale getirdi" diyordu açıkça. Yılmaz'la birlikte gözaltına alınan ve cumhuriyet savcılığınca serbest bırakılan Serdar Önder de doğruluyordu Yılmaz'ı: "Nezarethaneyle tuvaletlerin arasındaki koridorda polisler üzerine çullandıkları Deniz'i yere yatırıp dövmeye başladı. Nezarethaneden hepsini gördüm. Deniz, 15-20 dakika acılar içinde kıvranarak yerde yattı. Polislerden feci dayak yedi…" Cumhuriyet'ten Musa Kart, bu haberlerden yola çıkarak sayfamıza misafir ettiğimiz karikatürü çizdi…Hem gazeteye hem karikatüriste tebrikler… (A.G.) Bu manşetleri hatırlıyor musunuz?
Sevgili gazeteler...
14 Kasım 2002 tarihli nüshalarınızda, Yargıtay 9. Ceza Dairesi'nin, Umut Operasyonu davasının temyiz incelemesini tamamladığını yazdınız. Sizlerden öğrendiğimize göre, 9. Ceza Dairesi, Ankara 2 No.'lu DGM'nin verdiği bir idam ve yedi mahkûmiyet kararını "eksik soruşturma" gerkekçesiyle bozmuş. Bu yedi kişi arasında Yusuf Karakuş ve Abdülhamit Çelik de varmış... Hatırlıyor musunuz, 7 Mayıs 2000 tarihinde, üçünüz dışında (Yeni Şafak, Akit, Millî Gazete) hepiniz, "Uğur Mumcu'nun katillerinin yakalandığını" taşımıştınız manşetlerinize... Hatırlamak ister misiniz:
"Katiller"in yedi kişi olduğunu ve tümünün gözaltına alındığını, ama iki kişinin lider konumunda olduğunu yazmıştınız. O iki kişi, "İranlı ajanlarla birlikte Uğur Mumcu'nun sokağına gitmiş ve ajanlar bombayı koyarken onlar gözcülük etmiş"ti. O iki kişinin adları Yusuf Karakuş ve Abdülhamit Çelik'ti… Neyse uzatmayalım, mesele, temel bir gazetecilik kuralını ihlalden ibaretti… Hiç kimseye hakkında kesinleşmiş bir mahkûmiyet kararı olmaksızın "katil" vb. denemeyeceği kuralını, hem de defalarca ihlal etmiştiniz… Halbuki o gün, bu kesin ifedeler yerine "polisin açıklamasına göre" gibi soğukkanlı bir ibare kullansaydınız başınıza bunlar gelmeyecekti. Neyse, zararın neresinden dönülürse kârdır ve mühim olan hatadan ders çıkarmaktır. Bundan sonra daha dikkatli olmanız dileğiyle…(A.G.)
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |