T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

K R O N İ K  M E D Y A
Mahrum kalmayın...
Serdar Turgut'un yayımlanmayan yazısı

Hürriyet gazetesi yazarı Serdar Turgut'un 15 Kasım'da yayımlanan yazısı "Evet o yazı benim" başlığını taşıyordu. Turgut yazısında, seçimden iki gün sonra, 5 Kasım'da Hürriyet'te yayımlanmak üzere yazdığı yazının, "Büyük ihtimalle bazı baskılara yetiştikten sonra Ertuğrul Özkök ile yazı hakkında bir konuşma"nın ardından kendisinin de rızasıyla yayından kaldırıldığını açıkladı.

Peki, Turgut, aradan on gün geçtikten sonra ve yazısında da belirttiği gibi "çoktan unuttuğu" halde neden yeniden dönmek zorunda kalmıştı 5 Kasım tarihli yazısına? Çünkü o yazı nasıl olmuşsa olmuş, Star yazarı Umur Talu'nun köşesinde (14 Kasım) isim verilmeden yayımlanmıştı.

Talu'nun yazısı "İmza atacağım bir yazı" başlığını taşıyordu. Talu, yazıyı şöyle tanımlıyordu: "(...) Yazıyı bir meslektaşım yazmış olsaydı, yazmış ve yayınlanmış olsaydı... Hemen imzamı atardım. (…) Bu denli yakın düşünmenin mutluluğunu yaşar, onu yürekten kutlar, o yazıya da, izniyle imzamı atardım. Belki de böyle düşünen çıkmıştır. Belki de böyle bir yazı yazılmıştır. Belki de böyle bir yazı, yazıldığı halde yayınlanmamıştır. Yazan yayınlanmasını istediği halde belki de birileri istememiştir. Kimin böyle düşündüğünü, kimin öyle yazabildiğini, kimin yayınlayıp yayınlamadığını çok bilmek isterdim o zaman…."

İşte böyle… Artık, gerçekten de çok yerinde tespitler içeren o yazıya geçebiliriz… Okuyunca siz de anlayacaksınız ki, Serdar Turgut'un, bu yazıda medyaya yönelttiği eleştirileri, yayın yönetmeninin istediği tarzda, "spesifik olarak" yapması mümkün değildir. "Genel eleştiri" yapınca böyle oluyor, "spesifik eleştiri"nin gereklerini yapıp isim verseydi olacakları varın siz düşünün. İşte Serdar Turgut'un 5 Kasım'da yazdığı ama yayınlanmayan yazısı:

"1990'lı yıllarda Türkiye, demokratik süreçler dışında kalan mekanizmalar tarafından yönetilmeye çalışıldı. Bunun sonunun olmayacağı, bir hesaplaşmaya gidileceği, o dönemin hesabının sorulacağı belliydi. O yıllarda kurulan gizli düzen, azınlığın hızla ve alışılmışın dışındaki yöntemlerle zenginleşmesi amacına yönelikti sadece.

"Bu gerçekleşirken, adeta intihar edercesine de ezici çoğunluğu fakirleştirmeyi göze aldı hakim sınıflar ve inanılmaz bir budalalıkla bu acımasız egoizmin kendisini vuracağını göremedi. Toplum yaşamındaki bu anormalliğin sürmesi imkansızdı ve kaçınılmaz son beklenildiği gibi hızla geldi...

"...Yakın geçmişte yaşanan sistem bozulmasının üç ayağı vardı. Ekonomi, siyaset ve medya ayaklarıydı bunlar. İlk iki düzlemde hesaplaşmalar başladı ama medyada kendisiyle ilgili tuhaf bir sessizlik var. Türkiye'de tüm dengelerin alt üst olduğu, toplumsal ve siyasi intiharın yaşandığı, ekonomide azınlığın toplumu sömürmek için örgütlendiği dönemde kendisinin nasıl davranmış olduğunu, nasıl tavırlar aldığını medya sektörü sorgulamak zorunda.

"O dönemin o şekilde olabilmesinde bizlerin birinci derecede sorumluluğumuz var, bu sorumluluğumuzla açıkça yüzleşip, gerekli özeleştirileri yapıp, gereken dersleri çıkarmamız gerekiyor. Bunu yapmamakta ısrar ettiğimiz takdirde, siyasi, ekonomik düzeyde başlanan temizlenmenin, restorasyonun sonuçlanabilmesi mümkün değildir. Açıkça söylemek gerekirse, Türkiye'nin önünün biraz olsun açılabilmesi medyanın kendiyle hesaplaşıp, geçmiş dönemdeki yanlışlarını açık yürekle önüne döküp, yeni döneme yeni tavırla girip girmeyeceğine çok yakından bağlıdır.

"Geçmiş 10 yılda gazetecilik en hızlı ve en çok prestij kaybeden meslek dalı oldu...

"...Çürümenin yaşandığı dönemde medya kime destek verdiyse, kimin arkasında durduysa onlar son seçimde tasfiye oldular... Adeta Türkiye'de insanlar basın ne derse aksini yaptılar. Türkiye'deki seçim sonuçları, medyanın kamuoyunu etkileme gücünün neredeyse sıfır olduğunu ortaya koymuştur. Bu büyük bir prestij kaybıdır, son derece vahim bir gelişmedir. Vahimdir, çünkü medya demokraside olması gereken kontrol görevini yapamayacak hale gelmiştir...

"Bir dönem boyunca bu gerçeği görmemekte ısrar ettik ama artık o dönem kapandı, şimdi bizim kendi içimizde bazı şeyleri artık geçmişe gömmemize geldi sıra."

Çölaşan'a yakışmayan ürkeklik

  • Hürriyet yazarı Emin Çölaşan 13 Kasım tarihli yazısında "Lojman olayına farklı bakış" getiriyor... Çölaşan, "ilk bakışta olumlu bir karardır"ı teslim ettikten sonra, "Ancak üzerinde biraz düşününce akla bazı sorular takılıyor"a geliyor. Şöyle yazıyor:

  • "AKP milletvekilleri arasında dinci kökenden, Refah, Fazilet, Saadet'ten gelenlerin sayısı epey fazla... Acaba bu kadronun Meclis lojmanlarından oluşturacağı bazı görüntülerden mi korktular? Kara çarşaflı, türbanlı, şalvarlı ve belki de sarıklı (bu bölüm "marksist, leninist ve hatta maoist"e pek benzemiş –A.G.) bazı tipler, AKP milletvekillerinin yakınları ve AKP seçmeninden bir bölümü oralara doluşacaktı. (...) Dikkat ediniz, bunlar şimdi son derece dikkatli davranıyor ve bir 'imaj değişikliği' yaratmaya çalışıyorlar. Böyle bir görüntü onları korkunç yıpratırdı. Lojman olayında işin bu boyutunu da düşünmekte yarar olur mu!"

  • Bizce olur! Fakat bu nasıl üslup? İşin normali şu değil midir: "Bunlar cin olmadan adam çarpmaya kalkıyorlar. Baktılar ki oraya doluşacak kara çarşaflılar, türbanlılar ve belki sarıklılar, hemen bir numara bulup..." Yani böyle bir şey, bu keskinlikte ve bu kesinlikte... Ne o öyle "emin değilim ama..."ya gelen ifadeler, öbür "bakış"ların da geçerli olabileceğini ima eden "Lojman olayına farklı bakış" gibi başlıklar? Sonra, "ilk bakışta olumlu bir karardır"lar falan?

  • Ama anlaşılan, Çölaşan'ın yarattığı "kesinlik boşluğu" bazı Hürriyet okurları tarafından doldurulacak. Bunu nereden mi çıkarıyoruz? Çölaşan'ın yazısının çıktığı gün "Yeter söz milletin" köşesinde yayımlanan okur mektuplarından tabii... Bakın bölümün editörü Yalçın Bayer, bu okurların görüşlerini "Lojman takiyesi" (işte başlık diye biz buna deriz. A.G.) bölümünde nasıl aktarıyor:

  • "Birçok okurumuz, TBMM lojmanlarının satılması konusunda Tayyip Erdoğan'ın ileri sürdüğü görüşlere katılmıyor... İstanbul'dan İsmet Ateşner, 'Tayyip Bey takiye yapıyor; çoğu milletvekillerinin eşleri türbanlı... Onlar topluca bir arada gözüksün istemiyor. Bu nedenle dağınık oturarak gözlerden uzak tutulmasını amaçlıyor. Aslında bununla diğer bürokratlara gözdağı vermek istiyor.

  • "Baha Erdem de İstanbul'dan 'Gerçek amacın tasarruf ya da irticai basında yazdığı gibi 'Saltanata son' olduğuna inanmıyorum. Meclis lojmanlarında 363 AKP'li milletvekiline her gün çok sayıda ziyaretçi gelecektir; doğaldır ki bunların bazıları çağdaş görünümden uzak kişiler olacaktır. Komün görüntüsü verecektir."

  • Başta da belirtmiştik, sözümüz Çölaşan'a... Bu okur mektuplarından da anlaşılabileceği gibi lojman meselesinde daha "çağdaş" bir üslup tutturmak mümkün. Bizden uyarması, 19. sayfayla 5. sayfa arasında fazla bir mesafe yok! (A.G.)

    Çölaşan'ın işi biraz daha zorlaştı

    Hürriyet yazarı Emin Çölaşan'ın "Lojman olayına farklı bakış"ını ele aldığımız yazımız (bakınız "Çölaşan'a yakışmayan ürkeklik") yer darlığından ötürü sayfaya giremeyip bugüne kaldı, iyi de oldu…

    (O yazıyı okumadıysanız, burada durun, o yazıyı okuyun, sonra geri dönün…)

    Emin Çölaşan'ın işi iki nedenden dolayı zorlaştı… Birincisi, 14 sayfa ötedeki "Yeter söz milletin"de Yalçın Bayer'in "lojman takiyesi"ni dizi haline getireceği anlaşılıyor. Bayer, 14 Kasım tarihli Hürriyet'te de bir okur mektubuna yer veriyor. Mektup gene üslup dersi verecek keskinlikte. Yücel Özdeğirmenci adlı Hürriyet okuru göndermiş: "Lojmanlarda boy gösterecek olan tarikat şeyhleri ve mensupları, harem-selamlıklı davetler, çarşaflılar, türbanlılar, cüppelilerin hepsi medya için malzeme; potansiyel Yeşilçam film seti sanki; bunlar medyanın ve kamuoyunun gözlerinden kaçmayacak."

    Hürriyet okuru, bir uyarıyla bitiriyor mektubunu: "Umuyorum bu aldatmacalara kanmıyorsunuzdur…"

    Fakat asıl güçlük Cumhuriyet'in bir haberinden kaynaklanıyor… Çölaşan'ın "Bu işin arkasında böyle bir ihtimal de olabilir mi, hani yani" türünden üslubunu tekzip eder gibi, Cumhuriyet (14 Kasım), bu "tema"yı ciddî bir birinci sayfa haberi olarak sunuyor okurlarına: "… ŞEYHLERİ SAKLAMAK İSTİYORLAR…"

    Cumhuriyet'in, haberini dayandırdığı "kaynak" şöyle konuşmuş: "Tüm kamu lojmanları plana bağlanarak satılmalı. Ancak bazı şeyleri gözden kaçırmak için gerçekleştirilmesi doğru değil. Bunu, şeyhleri şıhları gözden kaçırmak için yapıyorlar…"

    Haberin "kaynağını" merak etmişsinizdir, söyleyelim: "CHP Merkez Yürütme Kurulu (MYK) üyesi ve Kocaeli Milletvekili İzzet Çetin…"

    Bir gün önce "halkın arasına karışacak milletvekillerinin güvenlik sorunu ne olacak" diye kaygılanan, "zaten tasarruf da sağlamayacak"ı öne çıkararak "lojman muhalefeti" yapan Cumhuriyet'in tutumunun "hüzün verici" olduğunu söylemiştik. İşte şimdi de Çölaşan'ın bile "emin değilim, tartışalım diye söylüyorum" üslubuyla ortaya attğı bir "tez"i birinci sayfasında haber haline getirdiler.

    Kararın taşıdığı sembolik siyasi değeri görmezlikten gelip "paraya", "güvenliğe", "şeyhlere" takılıyorlar… Siz söyleyin, hüzün verici değil mi? (A.G.)

    Gazetelerin 'Yavru Vatan'a ilgisi ne durumda?

    Radikal gazetesi gelişmeleri manşete taşımış: "İnanılmaz ama gerçek / Kıbrıs'ta bir ilk: Herkes Annan planına olumlu baktı".

    Cumhuriyet gazetesi de habere hakkını vermiş. O da manşete çıkarmış: "Kıbrıs planını inceleyen Ankara'da ilk değerlendirme olumlu / Kopenhag öncesi uzlaşma umudu".

    Kıbrıs'la ilgili gelişmeleri manşete taşıyan üçüncü gazete Zaman: "Türkiye, Kıbrıs Planı'ndaki göç ve toprak talebine soğuk bakıyor". Diğer ikisine göre daha "kötümser" bir manşet ama olsun, yine manşet...

    13 Kasım tarihli gazeteler içinde Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'nin gündeme "bomba" gibi düşen Kıbrıs Planı'na "VIP" muamelesi çeken gazetelerimiz bundan ibaret... Peki ya diğerleri, onlardan ne haber?

    Akşam gazetesi, Semih İdiz'in Kıbrıs'la ilgili köşeyazısını birinci sayfaya çıkararak bir bakıma yasak savmış...

    Star gazetesinin birinci sayfası tahmin ettiğiniz gibi; Kıbrıs Planı'yla ilgilenmiyorlar...

    Birinci sayfasında Kıbrıs'ın lafını ağzına almayan ikinci gazete Vatan. (Çünkü o aslında "Anavatan"!)

    "Yavru Vatan"la ilgili son dönemin en önemli gelişmesine birinci sayfasında hiç mi hiç yer vermeyen üçüncü gazete Sabah. (Özür dileriz, az kalsın bir yanlışlık yapıyorduk. Gazetenin birinci sayfasında başyazar Erdal Şafak'ın yazısından iki satır varmış!)

    Hayret, Hürriyet de pek ilgisiz... Birinci sayfada hepsi hepsi "bit" kadar bir haber...

    Yeni Şafak'ın ayırdığı yer de hemen hemen aynı genişlikte...

    Milliyet gazetesine gelince: Kıbrıs Planı'na bu gazetenin de ("bit" kadar olmasa da) hakettiği yeri ayırdığı söylenemez. Ancak, Milliyet'in "Kıbrıs'a yeni harita" başlıklı bu haberinde enteresan bir durum var.... Milliyet, altı satırlık bir paragrafta (üç sütüna) BM Genel Sekreteri'nin çözüm planından söz ettikten sonra bir altı satır da Genelkurmay Başkanı Org. Hilmi Öztürk'ün kuruluş yıydönümü için 14 Kasım'da KKTC'ye yapacağı ziyaretten söz etmiş. Ve de sözünü ettiğimiz bu Kıbrıs haberini Org. Özkök'ün bir fotoğrafıyla süslemiş. Biz bu düzenleme üzerine biraz kafa yorduk; neden, niçin, nasıl oluyor da, Annan'ın planıyla ilgili bir haber Org. Özkök'ün fotoğrafıyla süsleniyor? Biz sorumuzun altından kalkamadık, neden acaba? (K.B.)

    Ah şu millet cümleten 'rakı sofrası'na bir otursa!

    Türkiye'de şu tespiti yapanlar yerden göğe kadar haklı: "Ülkemizde siyasal sorunları değerlendirirken akla ilk gelen mesele, alköllü içecek tüketimidir!"

    Alkollü içecek tüketimi Türkiye'nin ne bitmez tükenmez meselesiymiş... Bu meselenin medyada yer alan siyasi değerlendirmelerde o derece hakim bir rolü var ki, sanırsınız ki içinde yaşadığımız toplum "Yeşilaycılar"ın zorba yönetimi altında yıllardır inim inim inlemekte...

    İşte alın size yine bu "milli meselemiz"e ilişkin bir manşet: "Boş minibardan uçakta içkiye"(!) (Hürriyet, 14 Kasım).

    AKP Genel Başkanı'nı yanındaki heyetle birlikte İtalya'ya götüren uçakta "içki" (yani doğ-rusu: alkollü içki) servisi yapılmış. Oysa Erbakan' ın 1996'daki yurtdışı gezilerinde, "bırakın uçakta içki servisi yapılmayı, Singapur'da kalınan otel odalarındaki minibarlarda bulunan içkiler bile toplatılmıştı."(!)

    "Büyük basın" içinde yer alıp da, "uçakta içki"ye geniş yer vermeyen 14 Kasım tarihli gazete yok...

    Tabii bu arada, isimleri açıklanmasa da, Berlusconi'nin AKP'lilere "oruç bozduran" öğle yemeği davetinde "şarabı tercih eden" heyet üyelerinden bolca söz edilmesi de unutulmadan....

    Neyse... Sonuç olarak "içkili" İtalya gezisi belki hayırlı da oldu. Basınımızın herşeden çok önem verdiği bu "içki" meselesi de böylece belki eski önemini yitirir....

    Berlusconi'nin AKP heyetini -sanki "inadına"- Ramazan'da öğle yemeğinde ağırlaması "düşüncesizliğini" de belki bu sevinç verici gelişme dolayısıyla unutabiliriz. Fakat isterseniz, Radikal'den Nuray Mert'in Berlusconi'nin bu münasebetsizliğini pek güzel anlattığı 14 Kasım tarihli yazısından şu birkaç cümleyi aktarmayı da unutmayalım:

    "Malta'da sürgünde olduğu sırada, içinde bulunduğu koşullardan şikâyet eden Esat Paşa, İngilizler'e 'Civilizasyon dediğiniz bu mu?' diye sormuş, 'Evet, bu!' cevabını almış, bunun üzeri-ne, anılarını, 'Bizden sonrakilere söyleyeceğim tek şey şu: Yenilmeyeceksiniz!' diye bitirmiş."

    Ne güzel değil mi? Evet, dünyanın en başta gelen doğru düsturu bu: "Yenilmeyeceksiniz!" (K.B.)


  • 17 Kasım 2002
    Pazar
     
    YÖNETENLER: Kürşat Bumin
    Alper Görmüş


    Künye
    Temsilcilikler
    ReklamTarifesi
    AboneFormu
    MesajFormu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan| Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Röportaj | Karikatür
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED