|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Geçen haftaki yazım bir AKP eleştirisi değil, ortamı tasvir çabasıydı. Partizanlar hemen yüksek perdeden tepki vermeye başladılar. Tuhaftır, aynı kişiler Refahyol dönemindeki eleştirilerimize de aşağı yukarı aynı tepkileri göstermişlerdi. Şimdi o dönemi en aşağılayıcı kelimelerle kötülüyor, tam tersini söylüyorlar.
Siyaset, un çuvalını patlatmama sanatıdır. Rivayet olunur ki, Muhyiddin ibn Arabî bir gün İskenderiye limanında gemiden un boşaltmakta olan hamalları seyretmektedir. Baş hamal yüksekçe bir yere çıkmış sürekli talimat vermektedir: "Enes, evladım, çuvalı siyasetle tut. Malik, oğlum, çuvalı siyasetle taşı. Ahmet, yavrum, çuvalı siyasetle indir!" İbn Arabî hamalbaşına yaklaşır ve 'çuvalı siyasetle indirme'nin ne manaya geldiğini sorar. Cevap: "Siyasetle indirmek, çuvalı patlatmamaktır. Patladıktan sonra, döğünmenin faydası yoktur!" Geçen haftaki yazım bir AKP eleştirisi değil, İskenderiye (Ankara) limanındaki ortamı tasvir çabasıydı. Partizanlar hemen yüksek perdeden tepki vermeye başladılar. Tuhaftır, aynı kişiler Refahyol dönemindeki eleştirilerimize de aşağı yukarı aynı tepkileri göstermişlerdi. Şimdi o dönemi en aşağılayıcı kelimelerle kötülüyor, o gün savunduklarının tam tersini söylüyorlar. Siyaseti böylesine kaygan bir zemine oturtacak olurlarsa, delinmedik çuval bırakmayacaklar demektir.
Meydan okumak yanlış
1996'da başbakan olmuş bir dindarın (haydi hatırınız için 'İslamcı' kelimesini kullanmayalım!) ilk resmî gezisini Müslüman bir ülkeye yapması önemliydi. Bunun aksi, kendini inkâr olurdu ve kendini inkâr edeni kimse ciddiye almazdı. Fakat bu ülkenin İran ve benzeri 'ılımsız' ülkelerden biri olmamasına dikkat edilmesi gerektiğini telkin etmeye çalışmıştık. Soğuk Savaş sonrası dönemin gerçek bir bölgesel gücü olduğunu henüz tam kanıtlayamamış bir ülkenin başbakanı, Batı dünyasına açıkça meydan okuyucu bir tavır içine girmemeliydi. Pakistan veya Endonezya gibi nispeten 'ılımlı' (yani Batılı merkezlerle uyumlu) bir İslam ülkesine gidilebilir, ardından mutlaka bir Batı ülkesi (ister İtalya, ister Macaristan) ziyaret edilerek denge sağlanmalıydı. Oysa, İran-Pakistan-Malezya-Endonezya grand turundan sonra, Libya-Nijerya büyük seferi başladı. Bu denli burnunun dikine giden bir yarı-iktidara elbette dur diyeceklerdi.
Herkes menfaatine çalışıyor
Öyle anlaşılıyor ki, temelsiz büyüklük kompleksinin yerini şimdi dip kompleksi alıyor. Baba ne yapmışsa, tersini yapmak doğrudur! Oysa, esas olan, uzun vadede faydalı olan, dengeli harekettir. Ve özellikle Avrupa ile yakınlaşma bahsinde, retorikten ziyade realpolitike değer vermektir. Ne diyor Avrupa'nın sözcüleri? "Türkiye ile üyelik müzakerelerini başlatabilmemiz için, Türkiye'de ordunun siyaseti belirlemesine son verildiğini; siyasetin ordunun rolünü tanımladığını görmemiz gerekiyor." Elbette bu teklifin altına imza atmayacak hiçbir demokrat yoktur. Ama, acaba 'ordu' dedikleri güç, NATO (=ABD) yanlısı olmaktan çok, AB (=Almanya) yanlısı olsaydı, bu demokratik talepte bulunacaklar mıydı? Hiç sanmıyorum. Devletlerin tapındığı put insan hakları (özellikle 'başka' insanların hakları) değil, kendi menfaatleridir.
Türkiye, Avrupa Ordusu'ndan dışlanıyor mu?
AB ile çok daha fazla yakınlaşmayı savunmanın makul bir gerekçesi var. Gerçi hiçbir zaman Türkiye'nin (aynı şekilde Rusya ile Ukrayna'nın) AB üyesi olabileceklerini sanmıyorum. Böyle bir bütünleşme, ABD tarafından Üçüncü Dünya Savaşı'nın gerekçesi bile yapılabilir! Çünkü bu üç ülkeyi bünyesine katmış bir AB, ABD'yi Avrasya karakütlesinden sınırdışı edebilir. Avrupa en az çeyrek yüzyıl böyle bir hülyaya kapılmaması gerektiğini çok iyi hesap etmektedir. Bu üç ülkeyi içeri almayacak, ama dışarıda da tutmayacaktır. Bu muğlak durum, Türkiye'ye kendi muğlak konumunu biraz daha netleştirme ve küresel arenada pazarlık gücünü arttırma yeteneği kazandırmaktadır.
Dış ilişkiler ahenksiz gidiyor
Biraz daha açalım: Türkiye, dış ekonomik ilişkilerinin (ister ticaret, ister sanayi yatırımları bakımından) yarıdan çoğunu AB üyeleri ile gerçekleştirmektedir. Coğrafî yakınlığı gözönüne alırsak, bundan daha doğal birşey olamaz. Dış ekonomik ilişkilerinde ABD'nin payı ise sadece yüzde 5 dolaylarındadır, yani Avrupa'nın onda biri kadar. Böyle bir durumda, siyasî (= askerî) angajmanının diyelim yüzde 95'inin ABD ile olması haklı bir rahatsızlık yaratmaktadır. Dış ilişkilerdeki bu simetrisizlik, orta vadede bile sürdürülebilir değildir. Bu bakımdan, Türkiye'nin AB ile ilişkilerinin, üyelik angajmanı söz konusu olmadan bile, bugünkü düzeyinin çok üzerine çıkarılmalıdır. Bundan dolayıdır ki, TÜSİAD yetkilileri, yani Türkiye'nin ekonomik eliti, her üç açıklamasından ikisinde AB ile ilişkilerin geliştirilmesinden söz etmektedir. Nitekim, Sayın Erdoğan'ın Avrupa gezisinin de büyük ölçüde bu kurum marifetiyle organize edildiği dile getirilmektedir. Ancak, Avrupa karşısında aşırı 'alttan alan' bir tavır, en hayatî meselede karşımıza ciddi güçlükler çıkarabilir. Bu hayatî mesele ekonomik değil, askerîdir. Türkiye, kurulmakta olan Avrupa ordusunun pasif üyesi haline getirilecekse, diğer hiçbir ilişki türünde ilerleme sağlamak mümkün olmayacaktır. Devlet, bu hususta ciddi kuşkulara sahip olduğundan, hükümetin Avrupa nezdindeki girişimlerine mesafeli duracak, bu arada 'Osmanlıcılık' siyasetini bugün yeniden nasıl formüle edebileceğinin imkânlarını araştıracaktır. Daha doğrusu, böyle yapmaktan başka seçeneği yok gözüküyor. Yeni dönemde temel mesele, hükümetlerin batıcılığını, devletin mecburi doğuculuğu ile ahenkleştirmek olacaktır.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan| Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |