|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Ben Londra'ya gittiğimde Abdullah Gül bir yıla yakın bir süredir oradaydı. Onun yönlendirmesiyle dil okuluna kaydımı yaptırdım, kısa süre sonra taşınacağım ev konusunda da aracı o oldu. 13 ay sonra, Türkiye'ye kesin dönüşü aynı gün beraberce yaptık. Üç cümleden oluşan yukarıdaki paragrafta hayatımın en önemli dönemlerinden birinin özeti var. Abdullah Gül'ün kişiliğinin oluşmasında Londra günlerinin payı büyüktür. Arsenal Stadyumu'nun hemen önündeki Drayton Park Road üzerindeki benim oturduğum evde sohbetle geçirdiğimiz saatleri unutmak mümkün mü? Çoğu kez ben yorulur başka meşgaleler için odama çekilirdim, o ise başka konuklarla sabahı ederdi. Sohbetin ana eksenini "Türkiye'ye daha iyi nasıl hizmet edilir?" sorusuna aranan cevaplar teşkil ederdi. Az zamanda çok ve büyük işler başarmak zorundaydık. Bir yanda geride bıraktığımız ülkemizin sorunları, diğer yanda da o sıralar Margaret Thatcher ile yeniden moral kazanmış İngiltere'de gördüğümüz refah... Bir ara, "Avrupa sokaklarında dolaşırken Osmanlı'nın çöküşüne hayıflanan Genç Türkleri anlamak için bizim de buralarda yaşamamız gerekiyormuş" dediğimi hatırlıyorum. Ziya Paşa'nın 'kâşâneler' ile 'virâneler' arasında mukayeseleri, Mehmet Akif'in Almanya'dan dönünce yazdığı hayıflanmalar ile dolu şiirlerinin dilimizden düşmediği günlerdi. 'Yerli' kalarak Batı'yı yakalamak? Bu mümkün müydü? Türkiye'nin her bakımdan 'acınası' bir durumda olduğu günlerdi. Siyaset çözüm üretemiyor, devlet yönetimine sokak tâlip oluyordu... Yüzlerce genç çatışmalarda hayatını kaybediyordu... 70 sente muhtaç olduğumuzun en yetkili ağız tarafından itiraf edildiği o dönemde, en temel ihtiyaç maddelerinin yokluğu çekiliyordu... Geride bıraktığımız ülkemizdeki 'yoklara' ve 'varlara' karşılık, İngiltere'de bulduğumuz rahat ortam içimizi buruyordu. Benden de fazla Abdullah Gül'ün... 'Sosyal devlet' kavramıyla ilk kez orada karşılaşmıştık. Hastaneye düştüğümde şefkat kanatlarıyla karşılaşmıştım devlet görevlilerinin; "Acaba kaç sterlinlik hesap çıkarmışlar?" diye açtığım zarftan, tedavimin sonuç alıp almadığını kontrol için verilen randevuyla karşılaşmıştım. Tedavi 'yabancılar' için de bedavaydı. Londra gibi bir başkentte 'sığıntı' gibi yaşamanın bile bir 'eğitim' olduğunu sonradan fark edecektim. Royal Albert Hall'de veya South Bank'ta gittiğim klasik müzik konserleri, Crystal Palace'ta Santana'yı dinlemem, West-End'de tiyatro İngiliz Film Enstitüsü'nde film izlemeler, British Museum'un tarihi binasında kitabın büyüsünü yeniden keşfedişim... O aralar Exeter'e yerleşmiş Abdullah Gül de, Londra'ya geldiği hafta sonlarında, 'kültür programları'mıza katılırdı. Ben Yeni Devir gazetesine 'Londra mektupları' yazar, sürekli okuyarak, gözlerimi açık tutarak, dünyanın her tarafından insanlarla diyaloga girerek bugünler için kendimi hazırlardım. Ne yorucu, ama ne zevkli günlerdi... Abdullah Gül'ün izlediği 'farklı' programların, onu, önce siyasete, sonra devlet yönetimine hazırladığını bugün daha iyi anlıyorum. Tabii arada İslâm Kalkınma Bankası serüveni var. İslâm Kalkınma Bankası Suudi Arabistan'ın Cidde kentindedir. İslâm Dünyası'nın Dünya Bankası ve IMF'si işlevlerini üstlensin diye İslâm Konferansı Örgütü tarafından kurulmuştur. Cidde'de kendisini ziyaret ettiğimde, bankanın en büyük ortaklarından olan Türkiye'nin pek az uluslararası memuru bulunduğunu öğrenip şaşırmıştım. Abdullah Gül, bankanın ekonomi uzmanı sıfatıyla, pek çok ülkenin kalkınma hamlesini yakından izleme ve o hamlelere katkıda bulunma imkânına sahipti. Orada kaldığı yıllarda, İslâm Dünyası'nın kalkınamamışlığını yakından gördü Abdullah Gül... Siyasete girmek ne zor bir karardı!.. Uluslararası bir kuruluşta dolarla yüksek maaş alan, kurumun sağladığı imkânlarla çocuklarını en iyi okullarda okutabilen, keyifli bir ortamda çalışan biri, Türkiye'nin dikenli siyaset hayatına, hem de bütünüyle içselleştiremediği bir zeminde niçin girsin? Buna rağmen fazla tereddüt etmediğini biliyorum. Girdi, Refah Partisi'nin kendisini de içine aldığı 1991 seçiminde MHP ve IDP ile 'ittifak' kurmasında 'anahtar' rol üstlendi. Yüzde 10 barajını aşamayacağı endişesindeki RP, o ve arkadaşlarının ek çabalarıyla, oyunu bir mislinden fazla (yüzde 17) artırdı. Abdullah Gül, en başında yer aldığı Kayseri listesindeki bütün arkadaşlarını Meclis'e taşıdı o seçimde... Londra'dan İstanbul'a döndüğümüz gün yaşadıklarımızı hâlâ birbirimize anlatır güleriz. Son anda, sevdiğimiz bir büyüğümüze hediye almayı unuttuğumuzu fark etmiştik. Necip Fazıl Kısakürek bizden hediye beklemezdi elbette, ama epey uzun bir aradan sonra görüşmeye elimiz boş gitmek? Olacak şey değildi... Regent's Street üzerinde o mağazadan diğerine koşturduk durduk. Sonuna gelmiş öğrenci bütçesiyle bulunabileceğin en iyisini almalıydık saygımızı yeniden sunacağımız mütefekkire. Sonunda, üniformalı kavasların önünde beklediği bir mağazadan bir kravat iğnesi ile muhteşem bir çakmakta karar kıldık. Üstad iğneyi hemen kravatına taktı, sigarasını da hediyemiz çakmakla yaktı. Bu arada, eşine dönüp, "Bak Neslihan, sevgililerim bana neler getirmiş" diye seslenişini unutamam... Bana inanın: Abdullah Gül geldiği yerleri hep hak etti; iyi bir başbakan da olacaktır.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan| Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |