|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Yarın, 'Avrupa Günü'. Bu vesileyle Türkiye'de de Avrupa konulu toplantılar düzenleniyor. Artık, soyut ve genel bir kavram olarak Avrupa yok; Avrupa dendiği vakit, ister istemez, Avrupa Birliği anlaşılıyor. 'Tarihi rotası' Batı'ya çevrili olan Türkiye'de, Avrupa Birliği aday üyeliği söz konusu olduğundan beri; Avrupa Birliği'ne 'uyum gösteremeyen' çevreler ABD-AB ya da Amerika-Avrupa kıyaslaması yapar oldular. Batı'ya toptan karşı olan ve bu çerçevede hem Amerika'ya, hem de Avrupa Birliği'ne eşdeğer ve önemde karşı çıkan 'marjinal' akımlar bir yana bırakılırsa; Türkiye'nin 'stratejik tercihi'ni belirleyecek olan, AB'yi dışlayarak Amerika'nın yanında durmak ya da AB'ye entegrasyonu hedef almak olarak basitleştirilebilir. AB'yi dışlayan 'tercih', kaçınılmaz biçimde, 'güvenlik öncelikli' bir zihniyete dayalı. AB'siz bir Türkiye'yi 'Amerika-Türkiye-İsrail üçgeni'ne oturtmayı esas alıyor. Bu zihniyet, Amerika'da ve özellikle Amerika'daki İsrail lobisinden özendiriliyor. Türkiye'nin AB'ye entegrasyonunu esas alan 'çizgi' ise, bir 'değerler sistemi' tasarımında Türkiye'yi algılayan ve bu amaçla Türkiye'nin siyasi-ekonomik-kültürel alanlarda dönüşümünü öngören bir zihniyeti ifade ediyor. Amerika'da Clinton döneminde, Türkiye'nin önüne çıkabilecek böyle bir tercih yoktu, zira Amerikan başkanları arasında Türkiye üzerine en fazla kafa yoran ve sempati besleyenlerin başında gelen Bill Clinton, Türkiye'yi AB'de görmek istiyordu. Helsinki 1999'da Türkiye'nin AB'ye aday üye olarak ilan edilmesinde Clinton yönetiminin AB üyeleri nezdinde muazzam bir kulis yürüttüğü bir sır değil. Aynı şekilde, Ortadoğu Barış Süreci, Oslo'dan aldığı ivmeyle 'cicim ayları'nı yaşar, 'pembe ufuklar'a doğru yol alırken, İsrail de Türkiye'yi AB içinde görmek istiyordu. 1995 Aralık ayında Avrupa Parlamentosu'ndaki Gümrük Birliği oylamasından önce, dönemin İsrail Başbakanı Şimon Peres'in Avrupa parlamenterlerinin herbirine mektup göndererek, Türkiye lehinde lobi yapmış olması da bir sır değil. Şimdi bu 'parametreler' değişti. Amerika'da köktendinci özellikler taşıyan Hristiyan-Sağı'nın üzerinde etkili olduğu Cumhuriyetçi George W.Bush yönetimiyle ve 11 Eylül'ün yol açtığı sonuçların, Ortadoğu sorununa izdüşümüyle 'Amerika-Avrupa makası' açıldı. Washington, ne denli 'İsrail yandaşı' ise, AB tam ters yönde 'Filistin yandaşı' görünümüne girdi. Bu tür gelişmeler, Türkiye gibi Amerikan müttefiki, NATO üyesi, AB aday üyesi ve aynı zamanda belirli ölçüler içinde Ortadoğu ülkesi olan bir ülkeyi belli açmazlarla yüzyüze bırakıyor. Ankara'nın ikide bir Washington'a 'cilve' yaparken; AB'ye 'hırçınlaşması'nın altında, Türkiye'nin geleceği ve halkının esenliği açısından 'riskli' tercihler yatıyor. Tıpkı Türkiye'de olduğu gibi Amerika'da da 'anti-AB rüzgarlar' estiriliyor. Sebebi, Ortadoğu'da Avrupa'nın Amerika'dan farklı tutumu. Bu konuda, AB'nin Dış İlişkiler sorumlusu, İngiliz Chris Patten'ın 'Stop Blaming Europe' (Avrupa'yı Kınamayı Kesin) başlıklı Washington Post'ta önceki gün yayınlanan yazısı, 'Avrupa bakış tarzı' ve 'Avrupa zihniyeti' bakımından ilginç ipuçları veriyor. İzleyelim: "Geçen hafta Amerikan başkentine kısa bir ziyaret sırasında The Post'u kahvaltı masasında okurken, saygın muhafazakar bir köşe yazarının [George F. Will, 2 Mayıs], 1930'lar ve 40'larda milyonlarca Yahudi'yi öldürmüş olan Avrupa'nın şimdi 'Yahudilersiz anti-Semitizm' uygulamakta ve 'Yahudi sorunu'na ikinci ve nihai çözümdeki rolünü yerine getirmekte olduğuna dair satırlarını görmek bir şoktan daha ötedeydi. Daha once sağlam malumat sahibi ve aklı başında bir yazar diye bildiğim birisi böylesine müstehcen saldırgan bir saçmalığı nasıl yazabilirdi? Bu soruyu kendisine yönelttiğim Washington'da yaşayan bir meslektaşım bunun çok tipik bir makale olduğunu, bunun gibisini çok gördüğünü söyledi ve Amerikan Parlamentosu'nda da benzer seslerin yaygın olduğunu belirtti. Ne oluyor? Önce birkaç gerçeği sıralayalım. Holocaust Avrupa'nın tarihindeki en kara lekelerden biridir, geçen yüzyılın uzun totaliter barbarlıklar listesinin en başında gelen insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur. Bunu gerçekleştiren Nazilere karşı bazıları direndiler, ama bir başkanın babası olan Londra'daki seçkin bir Amerikan büyükelçisi gibi (John F. Kennedy'nin babası cç) yüzünü başka yere çevirip bakmamayı tercih edenler de vardı. Benin babam, diğer birçoklarınınki gibi, ömrünün altı yılını bu iğrençliğe karşı savaşmakla geçirdi; eşimin babası D-Day'in (Amerika'nın Normandiya çıkarması cç) ardından öldürüldü. Şer, defedildi. Ve, bunun ardından İngiliz askerleri, Birleşmiş Milletler'in Filistin mandasının gereği olarak görevleri olduğuna inandıklarını yapmaya devam ettiler ve orada birçokları Filistinli olmayan teröristler tarafından öldürüldüler. (Patten, Menahem Begin ve İzak Şamir gibi daha sonra İsrail başbakanlığı yapmış olan dönemin Yahudi çetecilerini kastediyor. cç) O günden bu yana, Avrupa, çoğulcu değerler ve hukuk devleti üzerine inşa edilen demokratik toplumları yeniden inşa etti. Berlin Duvarı'nın çöküşüyle, demokrasiyi kıt'amız boyunca yaydık. Bu demokrasiye, bazan, yabancı düşmanı aşırılık –anti-göçmen, anti-dışarıdan gelen ve kuşkusuz kimi zaman anti-Semit- tarafından meydan okunmuştur. Fransa'daki Jean-Marie Le Pen'in politikalarında görüldüğü gibi. Sinagoglara yapılan herhangi bir saldırı nefretamizdir. Ama, İslam'ın simgelerine ve Müslümanlara yönelik de birçok saldırı olmuştur. Le Pen, daha ziyade Kuzey Afrika göçmenlerine düşmanlık duyanlara hitap ediyor. Bu bağnazın başarısını, anti-Semitizm'e bağlamak yanlış bilgiye dayanmaktır. Avrupa'ya dair böyle bir iddiadan nasıl bir sonuç çıkarabiliriz? Birkaç yıl once ABD'de Afrika kökenli Amerikan kiliselerine yönelik kundaklama eylemleri olduğunda, Ku Klux Klan'ın Beyaz Saray'a yürüdüğü sonucuna mı sıçramamız gerekiyordu? Avrupa'daki anti-Amerikan önyargı esef vericidir. Beni şoke eden, bunun ters yöndeki suretini sevdiğim ve takdir ettiğim bir ülkede (Amerika'da) görmek; Avrupa'ya karşı derin, içgüdüsel hınç. Bunun nedenlerini araştırırken, dönüp zavallı İsrail'e mi gelmemiz gerekiyor? Üst düzeyde bir Demokrat senatör, bir Avrupalı konuğa geçen gün şöyle dedi: 'Şimdi burada hepimiz Likud'luyuz.' Dolayısıyla, Likud'un politikalarını ve felsefesini eleştiren herkes, bir anti-Semit olarak mı kınanacaktır? Yaşayabilir bir Filistin devleti kurulmadan ve tanınmış sınırlar içinde güvenli biçimde yaşayabilecek bir İsrail olmadan, Ortadoğu'da hiçbir çözüm olmayacaktır. İsrail, geri dönecek (Filistinli) mültecilerin altında yokolmayacağı güvencesine kavuşmalıdır, Feci intihar saldırıları son bulmalıdır; bunlar iğrenç eylemlerdir ve Arap liderleri tarafından daha güçlü biçimde kınanmamış olmaları ayıptır. Fakat bir Filistin devleti, 1967 sınırlarına ya da ona çok yakın bir duruma geri dönmeyi gerektirmektedir. Böyle bir sonuç olmaksızın, çılgınlık devam edecek, çocuklar öldürülecek, kan akacaktır. Ve, bu durumun suçunun tümü tek bir tarafa yüklenemeyecektir… Bir İngiliz bakan olarak, Amerikan Kongre üyelerini İrlanda terörizmine mali destek sağlanması konusunda katı bir çizgi izlemeleri için ikna etmeye çok uğraşmıştım. Terörist eylemlerin her vakit yanlış olduğunu öne attığımda, genellikle nazik biçimde ama benimle aynı görüşte olmadıklarını dinlediğimi üzülerek hatırlıyorum. İrlanda'da akıl yoluna, iki gerçek acı ve öfke çığlığının bulunduğunun kabul edilmesiyle girilmiştir… Aynı durum, Ortadoğu için de geçerlidir." Chris Patten, yazısının sonunda, 'Amerikan kafa yapısı'nı ima ederek, bu böyle devam ettiği sürece, 'hepimizi Allah korusun' diye bir hüküm veriyor. Türkiye'de, 'tek boyutlu' bakış açıları ve basit gerekçelerle Amerika'ya kur yaparken; AB'ye 'çifte standart' yaftası yapıştırmak için sabırsızlanan zihniyetin, üzerinde düşünmesi gereken ipuçları… 'Tarih şuuru eksikliği'nden de gelen 'Amerikan keyfiliği' ne karşı 'Avrupa yaklaşımı'…
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |