T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Bülent'in 'Rahşan'ı, Rahşan'ın 'Bülent'i

1987 genel seçimlerinden birkaç gün sonraydı. DSP, yüzde 8.5 oy oranıyla baraj altında kalmış, bu partiyi büyük umutlarla kuran Ecevit de siyaseti bırakma kararı almıştı. Ülkede ANAP fırtınası esiyordu ama yine de Ecevit gibi tecrübeli bir siyasetçinin dramatik vedası ilgi uyandırmıştı. Aralarında bazı siyasi parti yöneticilerinin de bulunduğu heyetler, onu kararından vazgeçirmek için seferber olmuştu. Ama, hayır kararını vermişti siyaseti bırakacaktı. Onu geri döndürmek için son girişim, yıllarını onun sevgisiyle geçirmiş iflah olmaz Ecevitçiler'den geldi. Çoğunluğunu Zonguldaklı seçmenlerinin oluşturduğu bir avuç –ne garip, Ecevit bugün Başbakan ve hastanenin önündeki kalabalık yine bir avuç- seveni Ankara'ya, parti genel merkezine gelmişti.

Beşevler'deki DSP Genel Merkezi'nde tarif edilmesi güç duygusal bir atmosfer yaşanıyordu. Sloganlar, ağlamalar, bağırmalar... Herkes, Ecevit'in bir yandan kararından dönmesini, bir yandan da son ve tarihî konuşmasını bekliyordu.

O tarihlerde, hem okuyor hem de gazetecilik yapıyordum ve Ankara'da oturduğum ev de DSP Genel Merkezi ile karşı karşıyaydı. Bazen onunla ve Rahşan Hanım'la yolda karşılaşırdık. Rahmetli annem de ertesi yıl kendisini bizden koparacak, sinsi kanserin tedavisi için yanımdaydı. Tabiî babam da yanında. Üçümüz beraberce, Ecevit'in konuşmasını beklemeye başladık.

Beklenen an geldi ve Ecevit yanında Rahşan Hanım olduğu halde partinin penceresinde görünerek, kalabalığa el salladı. Ecevit çifti aynı görüntüyü önceki gün, Başkent Hastanesi'nin 7. katındaki odadan Türkiye'ye el sallarken de veriyordu.

Ve, Ecevit konuşmasına başladı. Herkes duygusal ve tarihî bir konuşma bekliyordu.

Ama, insanların ne beklediği onun umurunda değildi. Umursadığı tek şey vardı; Rahşan!

Uzun uzun, Yunan mitolojisinden örnekler verdikten sonra, "Bazıları, partimizin seçimi kaybetmesinin nedeni olarak Rahşan'ı gösteriyorlar. Ona yüklenmeyin, oklarınızı bana yöneltin. Ona dokunmayın, oklarınızı bana atın" dedi. Aslında, bir-iki küçük eleştiriden başka kimsenin Rahşan Hanım'ı suçladığı falan da yoktu ama Bülent Bey, eşinin bu kadar bile incitilmesine tahammül edemiyordu.

Hepimiz şaşkınlık içindeydik, veda etmişti ama beklenen konuşma olmamıştı. Annem ise, bu tablodan çok etkilenmişti. "Allah, Allah..." dedi. "Belki bir daha halkın karşısında hiç konuşmayacak ama, son sözlerinde yine de eşinden bahsediyor."

O günden sonra, Ecevit çiftinin birbirlerine olan ve zaman zaman sıradışı görüntüler veren sevgisi beni hiç şaşırtmadı. Bülent Bey ile Rahşan Hanım, her şeyden önce birbirleri için yaşıyorlardı.

Birbirlerini, akrabasız, dostsuz ve arkadaşsız hayatlarının temel direkleri olarak belirlemiş durumdaydılar. Biri çekilirse hayat, mukadder olarak diğerinin üzerine yıkılacaktı.

Bugün Türkiye, tarihinin en ciddi yönetim buhranlarından birisinden geçerken ve cevaplanması gereken onca soru dururken Ecevit'in zor bela bir yazılı açıklama yaparak "Eşime haksızlık yapılıyor. O benim hayatımın her döneminde bana en büyük desteği vermiştir" demesi de bu yüzden beni hiç şaşırtmadı. Rahşan Hanım'ı korumak için "hastaneye yatmamamın nedeni onun engellemesi değil, ekonomiye zarar vermemektir" gibi traji-komik bir bahaneye sığınması da.

Onlar birbirlerini, bizlerin anlayamayacağı bir tutkuyla seviyorlar. Hayatlarını ve dolayısıyla ülkenin yönetimini de bu sevgi perspektifine oturtuyorlar. Başbakan öğle yemeği için eve gidiyor, eşi birkaç dakika yanından ayrıldığında rahatsız oluyor ve sadece ona güveniyor.

Rahşan Hanım da Bülent Bey'i, hastalıklı bir tutkuyla seviyor ve koruyor. Onu hastaneye göndermekten kaçınıyor çünkü, eşinin içinde bulunduğu kötü durumu, hastalığının onda yarattığı tahribatı kimsenin görmesini istemiyor. Çaresiz bir gayretle, insanların onu, ayaktaki haliyle hatırlamasını temin etmeye çalışıyor. Kulislerde, onunla ilgili kulaktan kulağa yayılan bir sürü hastalığın gerçek olduğunun ortaya çıkmasını, eşinin yıllardır hangi illetlerle boğuştuğunu kimsenin öğrenmesini istemiyor.

Rahşan Hanım, -Allah gecinden versin- emr-i hak vaki olduğunda Bülent Bey'in bir hastane odasında aletlere bağlı olarak değil, kendi kucağında sessizce ölmesini istiyor. Eşini, ölümünü kimseyle paylaşamayacak kadar büyük bir kıskançlıkla seviyor.

Sıradan insanlarda fazla üzerinde durulmayacak bu tutku, bir Başbakan'da tezahür edince politika aşka galebe çalıyor. Ve doğru olanı bulabilmek de zorlaşıyor.

Gerçekten, doğrusunu kim bilebilir!..

Birbirlerine verdikleri önemin, ülke çıkarlarının önüne geçmesine itiraz edebiliriz. Ama, hayatları boyu kendi aşklarından başka duygu tanımamış bu iki ihtiyara, nasıl kızarız!


21 Mayıs 2002
Salı
 
MUSTAFA KARAALİOĞLU


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED