|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Türkiye'de siyaseti anlamak ve anlamlandırmak her geçen gün daha müşkül bir haline geliyor. Elbette siyasetten kastımız toplumsal nitelikli, ana fikir ve talep dalgaları üzerine kurulmuş, farklı projeleri içeren bir siyaset. Oysa bugün sadece seçmenler değil yeni-eski siyasi partiler de temelde "tercih ve dillerini tepkisellik üzerine kuruyorlar". Aralarındaki farklılaşma bir tür "alan kontrolu çekişmesi"nden kaynaklanıyor, dolayısıyla tek tek "parti politikaları her geçen gün popülizmin türlü biçimlerine bürünüyor". AB karşıtı popülizm, ya da AB yandaşı popülizm toplumsal talepleri kuşatmayı hedeflemekten çok şöyle ya da böyle oy toplamayı hedefliyor. MHP'nin idama karşı olması, ANAP'ın RTÜK Kanunu'nun şampiyonluğunu yapması, CHP'nin, SHP'nin, DTP'nin eskilerin köhneliğinden beslenmeye soyunması bu durumun tipik örnekleri... Elbette, HADEP, AK Parti, SP gibi diğerleri de var... Ama onların durumu da tabir caizse biraz "yarım gebeliğe" benziyor. HADEP, "Kürt sorununa bile değil doğrudan doğruya Kürt politikasına kilitlenmiş" bir şekilde "Türkiye partisi olmakla partiler dışı gizli bir siyasi merkez olmak arasında" gidip geliyor ve bu haliyle en az yüzde 6-7'lik bir oy oranını bloke ediyor. AK Parti ve SP'nin siyasi eylem ve dilinde, "temsil ettikleri toplumsal talep ve duyarlılıklar ile ülkenin diğer temel sorunları ve AB meselesi örtüşemiyor"; bu durum da başka tür bir oy blokajını ifade ediyor. Ayrıca oy oranları ne olursa olsun bu partilerin önünde ciddi meşruiyet sorunu duruyor. Nitekim bu sorun daha şimdiden politikalarını etkiliyor ve başka tür bir blokajı, siyasi partiler yelpazesindeki blokajı vaadediyor. Evet, bu koşullarda toplumsal nitelikli siyasetten söz etmek pek mümkün değil... Buna karşılık içi boşalmış bir milliyetçilik, budanmış bir solculuk, steril bir AB'cilik kisvesi altında at koşturan bol miktarda gerilim ve kriz politikasıyla karşılaşmak mümkün. Bugün siyasi gözlemciler de işte bu durumu anlamlandırmaya çalışıyorlar... Aslında bu tablodan hareketle "ilk söylenmesi gereken" şudur: Türkiye'nin siyasi parti sistemi hem siyasi olarak hem sosyolojik olarak iflasın eşiğine gelmiştir. Bu iflastan mevcut liderlerin yerine gençleri koyarak, mevcut siyasi partilerin yerine yıpranmamış diğerlerini yerleştirerek çıkılacağını sanmak abesle iştigal etmektir. Zira bu iflas noktasında ana sorun tek tek siyasi partilerle ya da tek tek siyasilerle ilgili değildir. Daha çok sistemle ilişkilidir. Sözünü ettiğimiz; siyasi partilerin hareket alanını son derece daraltan, siyasi iktidarlar üzerindeki devlet "vesayet"ini epeyce süredir "velayet"e çevirmiş olan ve dolayısıyla "siyasi partilerin toplumla bağlarını kopararak temsil krizini sürekli tahrik eden" ve kalıcı özellikler taşımaya başlayan bir sistemdir. Toplumsal taleplerin varlığını tehlike gördüğü oranda toplumsal temsilin önünü tıkayan, "değişim politika ve söylemleri yerine istikrar politikaları ve söylemlerini dayatan", bu yolla "topluma sürekli olarak kriz mesajı verilmesini sağlayan", siyasetle vasatlığı, heyecansızlığı, statükoculuğu birleştiren, siyasetin tek bir sorun üzerine odaklanmasına yol açan ve bu çerçevede "toplumsal talep dağınıklığının siyaset üzerinden birleşmesini engelleyen" bir sistemdir. Ve bu sistem değişik dozlarla da olsa, "evcil iktidar, evcil muhalefet ve evcil değişimciliği" savunan, kural yerine faydayı dayatan üç temel kurumun egemenliği altındadır: Silahlı Kuvvetler, merkez medya ve büyük sermaye... Şimdi bu sorunlardan üreyen mevcut tablonun "ikinci söylenmesi gereken"i vurgulayalım: Devletin siyaset üzerindeki velayeti, farklı talepleri aynı potada toplayacak çağın dinamiklerine ve değişim arzusuna uygun siyasi söylemlerin üretilmesini bugün olduğu gibi yarın da engelleyecektir. Bu ise doğrudan doğruya seçmen davranışını ve ittifaklarını etkileyecek bir durumdur. Başka bir deyişle önümüzdeki seçimlerde, seçmen bir kez daha istediğine yönelmekten çok çekindiğini engellemek için oy kullanacaktır; seçmen ittifakları bloklar halinde değil çok parçalı bir yapı çerçevesinde şekillenecektir. Yani uç partiler büyüklüklerini koruyacak ve partiler yelpazesi daha parçalı hale gelecektir... Kısacası bir çok açıdan beş yıl öncesine göre farklı bir Türkiye'de yaşamamıza rağmen ana sorun değişmemiştir. "Devletin dayanılmaz ağırlığı" ekonomi alanında hafiflese de, siyasi alanda daha da artmıştır ve bugün ülke meselelerinin çoğu ve çözülmezliği buradan üremektedir. Ancak daha vahimi, çözüm arayışlarının sorunu üreten zihniyetin içinde aranmasıdır. Bu tablo nasıl değişir? Türkiye'nin ve siyasi partilerin yanıtlaması gereken ana soru budur. Cumartesi günü bu sorunun yanıtını vermeye ve bu kısa tahlili derinleştirmeye çalışacağız...
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |