|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bizimkilerden biri Japonya'ya gitmiş ve misafiri olduğu evin halkına bir Türk yemeği yapmış... Yemek piştikten sonra, kendilerine tepsinin öylece bir-iki dakika beklemesi gerektiğini söylemiş... Bunun üzerine de evsahibi Japon düşünceli düşünceli kaşlarını kaldırıp sormuş: "1 dakika mı, 2 dakika mı?" Kesinlik duygularının bu denli incelmiş olması (!), acaba Japonlar için müsbet bir vasıf olarak telâkki edilebilir mi? (Bu suâli tersinden sormak da mümkün.) "El kararı"nın yerini ölçünün alması ne kadar olumluysa, bu da ancak o kadar olumlu bir gelişme! Kesinlik kadar, kesinliğin aranacağı yerleri de iyi bilmek gerekir. Aksi takdirde –yukarıdaki misâle bağlı kalarak söyleyecek olursak- 'Japonlaşmak' kaçınılmaz olur... Siyaset el kararının hükmünü yürüttüğü alanlardan biridir ve bu nedenle anasermayesi tecrübedir. Siyaset ölçülebilir olmayı sevmez; bu nedenle kesinlikten hoşlanmaz... Başarısını el kararına, kesin olmamaya, tecrübenin sağladığı özgüvene bağlamayı yeğler. Haklıdır da. Oysa kesinlik doğada değil, zihinde aranır bir keyfiyet olduğundan, bilmek veya inanmak kesinliğe ihtiyaç duyar. Ortalama hisler, ortalama düşünceler 'şek/şüphe', dolayısıyla 'zann' ifade edeceklerinden, bilen 'kesin olarak' bilmeyi, inanan 'kesin olarak' inanmayı ister. 'Adl' ile 'itidal' arasındaki irtibatın farkında olmama rağmen, hatta her hakikat arayışını esasen bir adalet arayışı olarak telakki etmeme rağmen, her nedense, bir konuda iki (aşırı) görüş olduğunu belirttikten hemen sonra bu iki görüşün tam ortasına yerleşmeye çalışan 'ehl-i itidal' (!) ile aramı düzeltmeyi bir türlü beceremedim. Galiba bu da ortalama düşüncelerinin el kararına dayanmasının, kararlarına 'şöhret' kazandırmakla birlikte 'kesinlik' kazandıramıyor oluşuyla alâkalı. Düşünmek gerekiyor: Acaba 'hak' ile 'adl' arasında mevcut bulunan sıkı irtibat mı insanları 'ortalama' görüşlere meylettiriyor? Hakkaniyetli olmak kaygusu mu, adaletli davranmak isteği mi, "bi-hakkın" ve/veya "bi-adlin" yaratılmış bir âlemde yaşıyor olmaktan kaynaklanan güdüler mi, ademoğlunu –umûmiyetle- ortalamalardan yana kılıyor? Böyle olsa, ortalama olanı, yani aşırılıktan uzakta kalmayı başaran görüşleri tercih etmekle bulunduğumuz mevkii sağlama almayı başarır, pekâlâ kenarlarda dolaşmanın başımıza açabileceği belâlardan halâs bulabilirdik... Fakat anlaşılan, fikir vâdisinde dolaşanların halâs bulmalarının her halde zor ve fakat pek zor olduğunu kabul etmek gerekiyor. Acep hep şöyle mi demeli:
Herhangibir siyasetin böylesi bir ortalamanın tutturulması halinde risklerden sâlim bir biçimde yolunu bulabileceğini kabul etmeliyiz. Bâhusus 'yüksek siyaset" (!) kesinlikten hoşlanmaz. Nitekim ancak kendisine açık kapılar bırakmayı becerebilen siyasetçilerin uzun soluklu projeleri yürütebildiklerine bizzât tarihin kendisi tanıklık ediyor değil midir? Ortalamadan yana olmak başka, ortalama'dan yana olunduğunu gösterecek bir üslûb kullanmak başka... Yani aslâ 'böyledir' ve/veya 'böyle değildir' denmemeli... Herhalukârda kesin yargılardan uzak kalınmalı... Fakat siyasetin yasaları başka, düşünceninki daha başka... Biri başarıyı arar, başarılı olmak, sağ-salim amacına ulaşmak ister; diğeriyse, kendisini salt başarılı kılacak işleri değil, bilakis doğruyu, doğrunun kendisini, sonucu/bedeli her ne olursa olsun bizâtihi doğruyu ister. 'Kanaat' sözcüğü 'yakîn' yerine 'zann' anlamını kazanınca, siyaset'te 'kesinlik', ilim'de 'ortalama' rağbet bulan kavramlar haline geldi. Dolayısıyla siyasetçilerimiz şeffaflığı, ilim adamlarımız ortalamayı (ortayı bulmayı) marifet addeder oluverdiler. Şimdi hem çok sayıda bilimadamı siyasetçilerimiz var; hem de siyasetçi bilimdamlarımız. Bu yüzden şimdi, İbn Haldun'un Mukaddime'sinin "Siyasetten en az ulema sınıfı anlar" başlıklı bölümünü okumalı...
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |