T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Uzak, yalnız ve isimsiz...

New York dönüşü bir dostum, 'nasıl buldun New York'u?' diye sorduğunda, kafamın içinde dönüp duran cümle yeniden bir tur attı ve döküldü dilimden: 'ruhumdan bir şehir yapsalar, bu, New York olurdu,' dedim...

Hayat acımasız bir paradoks aslında. Bütün hayatımız kendimiz adına birşeyler biriktirmekle geçiyor. Kariyer, ilişkiler ve sosyal çevre edinerek yeryüzündeki yerimizi sağlamlaştırmaya çalışıyoruz. Fakat yeryüzündeki yerimiz sağlamlaştıkça, yeryüzünde kendimizi evimizde hissetme duygumuz güçlendikçe, hayatı daha 'tenzilatlı' yaşamaya başladığımızı farketmiyoruz.

Evet, kendimiz var kılmak adına biriktirdiklerimiz arttıkça, dünyada bir yerimiz ve işimiz olduğunu düşünmeye daha bir alıştıkça, hayat elimizden kaçıp gidiyor.

'Kendimiz' dediğimiz şey kendimizden çok başkalarına ait. Bu nedenle 'kendimize' yakın olmak adına yaptıklarımız, kendimize değil başkalarına yaklaştırıyor bizi. 'Kendimizden' uzağa düşmeyi göze almadan sığındığımız bireysellikler de bize ait değil.

'İsmimiz' bile belli bir ilişkiler ağını, belli bir etkileşim çerçevesini anlatıyor. Kendimize hangi sınırlılıklar içinde kalmamız gerektiğini telkin ettiğimiz bir 'şifre' ismimiz; bir çeşit 'cezaevi parolası'. Puslu bir geceyi de, ışıltılı bir sabahı da aynı cendereye sokuyor bu 'şifre'nin ardına sinsice ve yıllar içinde gizlenenler.

Görevlerimiz, sorumluluklarımız, sınırlılıklarımız, kendi kendimize telkin biçimlerimiz sayesinde varoluyor. Bunları üretiyoruz, çünkü dünyada bir yerimiz olsun istiyoruz, ama bunları ürettikçe, yani dünyada daha bir yerleşik hale geldikçe, hayat avuçlarımızın arasından kayıp gidiyor... Hayat bir paradoks olmaktan öte bir şekilde konuşmuyor bizimle, hayata ne kadar çok ait olursak, o kadar az yaşıyoruz; hayatı hakkıyla yaşamak içinse o kadar az ait olmalıyız...

Bu paradoksu, bu acımasız kuşatmayı yarabilmek için görünen tek yol, kendimiz için biriktirdiklerimizden 'uzak' kalmak, kendimize karşı 'yalnız'laşabilmeyi öğrenmek ve cezaevi parolası haline gelen isimlerimizden boşanmak, 'isimsiz'leşmeye cesaret edebilmek.

Bunun için mekanın insan okyanusuna dönüşmesine ve zamanın sıçrama anlarına 'iltica' etmeye ihtiyacımız var. 'Mekan'ın kuşatma gücünü kıran bir insan okyanusunun içine dalmak ve 'zaman'ın sıradanlaştırıcı akışını bıçak gibi kesen sıçrama anlarına, kuralları bozan, kodları değiştiren duraklara kaçmak gerekiyor.

New York'ta tahta sandalyeler üzerinde insanları saatlerce sabitleyen bir cazcının saksafonun ve Filistin sokaklarındaki 'küçük general'lerin sapanlarının, mekana ve zamana aynı isyanla yönelen 'derin itiraz'ına 'tanık' ve 'ait' olmak demek bu...

Uzak, yalnız ve isimsiz olmaya cesaret etmek...

Bayramların coğrafyaları birleştirerek mekanların kodlarını değiştiren ve zamana bir başka nefes üfleyerek sıradanlığın şifrelerini bozan büyüsüne böyle bakmak gerekiyor biraz da.

Ait olduğumuz mekanları dönüştüren bir ruhla ve içinde koştuğumuz zamanları zamansızlaştıran bir güçle donanmak ancak böyle mümkün.

Bayramınız kutlu olsun..


23 Şubat 2002
Cumartesi
 
ÖMER ÇELİK


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED