|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Cumhuriyetin kuruluşunun üzerinden 80 yıl geçti; uzun sayılmazsa da çok da kısa bir süre değil. Türkiye Cumhuriyeti 600 yıl yaşamış Osmanlı Devleti'nin mirası üzerine kuruldu. Osmanlı devleti bir anlamda Anadolu Selçuklu devletinin, o da Büyük Selçuklu devletinin devamı. Geriye doğru bu silsileyi Hunlar'a kadar götürebilirsiniz. Bununla şunu anlatmak istiyorum: Millet olarak kendimize yeterli ölçüde güven duyacak kadar köklü bir devlet geleneğine sahibiz. Arap tarihçi Philippe Hitti Türkler'in İslam medeniyetine en büyük katkısının devlet yönetme becerisi olduğunu söyler. Böyle bir zenginliği temsil eden bir milletin her vesileyle yıkılma, bölünme korkusu taşıması bana tabii gelmiyor. Türkiye'nin birlik ve bütünlüğünden kendilerini sorumlu tutanlar ve bir anlamda da kendilerini devletin sahibi olarak görenler her farklı talebi, kendi kontrolleri dışındaki her türlü sivil örgütlenmeyi yıkılma ve bölünme sendromuyla değerlendiriyorlar. Doğu Karadeniz'de birkaç bin kişinin Rumca konuşması kimi çevrelerde Pontus'un hortlayacağı korkularını doğuruyor. Kürtçe konusundaki taleplerin mutlaka Türkiye'nin bölüneceği sürecini başlatacağından endişe ediyoruz. Dinin sosyal taleplerine yönelik kimi örgütlenmeler irtica hortlamaları suçlamasına muhatap oluyor. Her an yıkılma, bölünme, parçalanma korkusu taşımak sağlıklı ruh yapısının tezahürü değil. Son zamanlarda dini hassasiyeti olan çevrelerce kurulan vakıflara ve derneklere yönelik bir yıldırma politikası izleniyor. Bu çevrelerin kurmuş oldukları sivil örgütlenmelerinin gelişmesi istenmiyor. Peki bu istenmeyişin haklı ve makul bir sebebi var mı? Yok! Bu vakıf ve dernekler Türkiye Cumhuriyeti'nin birlik ve bütünlüğüne yönelik olarak hangi somut tehlikeyi oluşturmuşlar? Cevap yok! Halbuki bu vakıf ve dernekler, hayır hizmetlerinin daha düzenli ve etkin yapılması konusunda önemli hizmetler ifa ediyorlar. 17 Ağustos depreminde bu tür hayır kurumlarının yaptıkları yardımlar inkar edilemez bir boyutta olmuştu. Kurban ibadetinin özellikle büyük şehirlerde daha maksadına uygun yerine getirilmesinde de bu kuruluşların küçümsenemeyecek hizmetleri var. Bu bayramda şahsen bu tür bir kuruluştan aldığım destekten burada övgüyle söz etmeliyim. Ben ne kurban alımıyla ilgilendim, ne kesimiyle. Sadece ödemem gereken parayı ödedim. İsteyen kesilen kurbanın dilediği kadarını et olarak da alabiliyor; nitekim ben de bir miktar aldım. Tamamının alınmasına dahi ses çıkarmıyorlar. Aslında bu hizmetlerin daha uygun hale getirilmesi mümkün. Kesilen kurbanların soğuk hava depolarında depolanması ve sadece Kurban bayramı günlerinde değil, senenin diğer günlerinde de yoksul kimselerin istifadesine sunulması hiç de zor değil. Ancak bunun için güçlü ve hatta belirli alanlarda ihtisaslaşmış hayır kurumlarına ihtiyaç var. Bu tür hayır kurumlarının var olması aslında devletin sosyal hizmet açığını da kapatır. Bu tür güvenilir kurumların yaygınlaşması durumunda insanımız daha bir gönül rahatlığı içinde hayır yapar. Bu tür kuruluşlar teşvik edilse büyük şehirlerde park ve bahçelerde, yol kenarlarında kesilen kurban manzaraları da ortadan kalkar. Ancak ne var ki bu tür kuruluşların olması Türkiye'de daima problem teşkil ediyor. Devlet desteğindeki kurumlar da maalesef kurban derilerine göz dikmenin ötesinde bu alanda bir hizmet üretmiyorlar. Bu sebeple diyorum ki artık devlet bu yıkılma, parçalanma vehminden kendini kurtarmalı. Her farklı söylemi, örgütlenmeyi kendisini yıkmaya yönelik bir eylem olarak değerlendirmekten vaz geçmeli. Sivil toplum örgütlerinin gelişmesi hem insanımızın ülkeye sahiplenme duygusunu geliştirecek hem de ürettiği sosyal hizmetlerle onu daha yaşanır hale getirecektir.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |