|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bugün bir kez daha Medine Bircan olayı üzerinde durmak istiyorum. Aralarında Yeni Şafak'ın da bulunduğu "Dinci basın" okurları olup bitenden haberdarlar. Peki ya "Dinci olmayan basın"ın okurları? Onlar için durum farklı; eğer dünyada olup bitenden sadece gazeteleri aracılığıyla bilgi ediniyorlarsa, Medine Bircan adlı 70 yaşındaki bir kadının tedavisine kadar uzanan "başörtüsü yasağı"ndan haberleri yok... "Dinci basın"ın neredeyse bir haftadır manşetlere, birinci sayfalara taşıdığı haber karşısında "Dinci olmayan basın" kılını bile kıpırdatmadı. Ne Milliyet'i ve Hürriyet'i, ne Sabah'ı ve (bu aralar hepten "anti-hükümetçi" kesilen) Akşam'ı... Radikal'den bile en ufak bir ses çıkmadı. Oysa ben hiç değilse, gazetenin "türban işleri"yle ilgilenen yazarı Enis Berberoğlu'nun olup bitenden bir paragraf da olsa söz etmesini beklerdim. Evet, aşağı yukarı bir hafta işte böyle derin bir sessizlik içinde geçti... "Dinci olmayan basın"ın Medine Bircan olayına ilgisinin Hürriyet'in dünkü sayısıyla nihayet başlamış olduğuna şahit olduk. Hürriyet okurları gelişiminden haberdar olmadıkları bu olay hakkında bir "karşı-haber"le karşılaştılar. Gazetenin "Burkalı hastaya bile hizmet veririz"manşetiyle verdiği haberde, İstanbul Tıp Fakültesi Dekanı ve aynı fakültenin Nefroloji Bilim Dalı Başkanı "Dinci basından iddialar"a cevap veriyorlar. İsterseniz, Hürriyet okurlarının tuhaf mı tuhaf bir habercilik anlayışıyla karşı karşıya olduklarını da gecikmeden söyleyelim. Sen tut, olayın safahatı hakkında en ufak bilgi sahibi olmayan okurlarını olayın taraflarından birisinin yaylım ateşiyle başbaşa bırak! Bunun neresi tarafsız habercilik? Neyse... Biz gelelim profesörlerin açıklamalarına. "Burkalı hastaya bile hizmet veririz" açıklaması İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Faruk Erzengin'e ait. Doğru olmasına doğru, ama bana göre gereksiz bir açıklama. Hekimlerin "burkalı hastaya bile" hizmete hazır olduklarını ilan etmenin neresi ilginç; yok bir de hizmet vermeyecekler! Prof. Erzengin'in diğer açıklamaları doğrudan Medine Bircan olayına ilişkin olduğu için bizim için daha değerli. Profesör, "iddiaların aksine", Bircan'ın 5 kez diyalize alındığını söylüyor. Prof. Erzengin, sağlık karnelerindeki fotoğrafların "daha açık ve tanınır" olmasının istendiğini doğrulasa da, bu uygulamanın hizmetlerini aksatmadığını da belirtiyor. "Biz karnelerdeki fotoğrafların, kimlik belli olsun diye açık başlı çekilmesini istiyoruz. Ama hasta tedaviye nasıl gelirse gelsin, bizi ilgilendirmez. Tedavinin yarım kalması sözkonusu değil. (...) Biz başı kapalı bir sürü hastayı tedavi ediyoruz" Tamam, Dekan'ın devamla Rektör Prof. Dr. Kemal Alemdaroğlu'nu savunduğunu da görüyoruz. Ama konumuzu doğrudan ilgilendirmediğinden bu bahsi geçip, dikkatimizi Dekan'ın tedavide ayrımcılık yaptıkları yolundaki iddiaları yalanlayan açıklamalarına yöneltelim. Fakültenin Nefroloji Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ergin Ark'ın da benzeri bir açıklaması var: "Biz sağlık mensubuyuz ve tedaviyle ilgiliyiz. Bizi başka bir şey ilgilendirmez. 38 senelik meslek hayatımda, şu veya bu nedenle bakılmamış bir hastayı ne duydum ne gördüm ne de göreceğim." Görüyorsunuz, Prof. Ark'ın açıklaması çok daha açık; iddialar karşısında meydan okurcasına konuşuyor. Şimdi bir ara verelim: Görüyorsunuz, Medine Bircan olayıyla ilgili bize ulaşan bilgiler birbiriyle hiç mi hiç örtüşmüyor. Bir tarafta Mazlumder gibi benim de çok güvendiğim bir kuruluşu Şubesi Başkanı (Ahmet Mercan) tarafından yapılan ve apaçık bir biçimde Medine Bircan'ın "başörtüsü yasağı"ndan dolayı tedavisinin yapılmadığını ilan eden bir açıklama ve buna eşlik eden "suç duyuruları" var, diğer tarafta ise hizmet vermekten kaçtığı söylenen fakültenin iki hocasının yalanlaması. Mercan, "Medine Bircan'ın ölümüne neden olan kişiler taammüden adam öldürme suçu işlediler" diyor; suç duyurusunda bulunanlardan Gülten Sönmez, "Medine Bircan isimli hastaya daha önceleri verilmiş olan rapor bu defa başörtüsü örtmüş olması gerekçesi ile verilmediği söylenmiştir" diyor. Benim fikrime gelince: Ben eğer profesörlerin dünkü Hürriyet'te yer alan açıklamalarını görmeseydim, bugün için Hannah Arendt'in bir zamanlar etrafında çok gürültü kopmuş olan"Eichman'te, Kötülüğün Sıradanlığı Üzerine Rapor" başlıklı kitabından bolca esinlenerek İstanbul Tıp Fakültesi'nde Medine Bircan'ın tedavisini "başörtülü"lere hizmet verilmemesi yönünde "emir aldıkları" için yapmayan hekimler hakkında bir deneme kaleme almak niyetindeydim. Hatta araya Karl Jaspers'in bir çalışmasından da cümleler sokup, Nazizm'in zamanında "Kiliseler, Ordu, Adalet ve Üniversite"deki geleneksel seçkinlerden nasıl kolaylıkla destek bulduğunu hatırlatmayı da düşünüyordum. Unutmayın ki, Avrupa'daki Yahudiler'in "kamplar"a yollanmasını birinci dereceden örgütleyen Eichmann, Arjantin'de derdest edildiğinde karısı ve üç çocuğuyla "huzur içinde" yaşayan iyi bir aile babasıydı... Arendt'e "kötülüğün sıradanlığı" dedirten de zaten bu durumdu; Eichmann ve benzeri cellatlar yaptıkları "iş"in ağırlığından tamamen "habersiz" olarak sadece üstlerinin kendilerine verdikleri "emirler"i olması gerektiği gibi uygulayan "sıradan" insanlardı... Fakat gördüğünüz gibi bu "deneme"yi yazmaktan vazgeçtim. Kanal 7'de yayımlanan ve Medine Bircan'ın oğlunun "gizli kamera" ile çektiği sahnelerin birinde bir hekimin (?) "Ne yapabiliriz, emir böyle!" dediğine şahit olmama rağmen vazgeçtim... Çünkü, "gizli kamera"nın her türünden nefret etmem bir yana şimdi şöyle düşünüyorum: Medine Bircan olayı eğer "Dinci basın"da anlatıldığı gibi gerçekleşmişse, Başbakan'ın hastalığını, yazmayı çizmeyi, onu bunu bir kenara bırakıp totalitarizm kokan bu "kötülüğü" başımızdan atmak için bir an önce sokaklara dökülüp her gün sadece miting yapalım... Ama bakın, ortada iki profesörün "Böyle bir şey nasıl olur?" diyen açıklamaları da var. Ben bugüne kadar Mazlumder'in raporlarına güvendiğim gibi, iki hocanın açıklamalarını da tabii ki doğru diye kabul ediyorum. "38 senelik meslek hayatımda, şu veya bu nedenle bakılmamış bir hastayı ne duydum ne gördüm ne de göreceğim" diyen bir hekimin sözlerine niçin inanmayayım? Bu konudaki beklentime sanırım siz de katılırsınız. "Dinci basın" ve"Dinci olmayan basın" daha bir gayret sarfederek, Medine Bircan olayının gerçekten nasıl cereyan ettiğini bize açıklamalıdır. Bilelim ki bir karara varalım; toplum olarak ruhumuzu hepten "kötülüğün sıradanlığı"na teslim ederek hepten ceberut bir rejimi ayakta mı tutmaktayız, yoksa yanlış haberlerle yönlendirilip, iğfal mi ediliyoruz?
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |