|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Türkiye, yönünü yitirmiş bir ülke. O yüzden önünü de, arkasını da göremiyor; nerede bulunduğunu da bir türlü kestiremiyor. Yönümüzü yitirmemiz, kendimize olan güvenimizi yitirmemizle birlikte başladı, zamanla kendimizden nefrete dönüştü: Kendi kültürümüzü, tarihsel tecrübemizi, değerlerimizi önce küçümsemeye, hakir görmeye, aşağılamaya, yok saymaya, ardından da yok etmeye kalkıştık. Türkiye'nin esaslı bir "yol haritası"na ihtiyacı var. Türkiye'nin hem içinde bulunduğu derin bunalımları aşmasını sağlayabilecek, hem de dünyaya açılmasını mümkün kılabilecek tutarlı, uygulanabilir esaslı bir yol haritası olmadan Türkiye, hem debelendiği, debelendikçe daha bir battığı devasa sorunlarını hal yoluna koyamaz; hem de dün olduğu gibi yarın da her bakımdan güçlü, sözü dinlenir ve dünyaya söyleyeceği ve vereceği önemli şeyler olan bir ülke haline asla gelemez. İşte Türkiye, iki yüz yıldır böyle muhkem bir yol haritasından yoksun. Böyle bir harita çıkarabilmiş değil. Elbette ki, iki yüz yıllık öz-güven kaybı ve ardından patlak veren yön yitimi sürecinde Türkiye'nin elinde yamru-yumru da olsa türlü yol haritaları olageldi. Ancak bu haritalar, elimize tutuşturulmuş çala-kalem, alel-acele, durup-düşünmeden çiziktirilmiş müsveddelerden ibaret olan, bize yolumuzu nasıl yitireceğimizi gösteren ve bizi her daim bir çıkmaz sokağın eşiğine getirip bırakan deneme-yamulma metinleridir bunlar. İsmail Cem'in başını çektiği oluşumun elindeki sözümona "yol haritası", daha önce denenmiş ve bu ülkeyi her defasında yanılttığı ve yamulttuğu siyasi olarak da, kültürel olarak, ekonomik olarak da kanıtlanmış müsvedde çalışmalarının cilalanmış, boyalanmış yeni versiyonudur. İsmail Cem ve Cem'i cilâlayarak ve paketleyerek pazarlayan kartel medyası, güç ve çıkar odakları, Türkiye'yi birleştireceği sanılan Özal'ın sola bulanmış versiyonunu "satıyor" bize. Türkiye'nin güçlü ve bütünleştirici siyâsî projelere her zamankinden daha fazla ihtiyaç hissettiğimiz her şeyin paramparça olduğu, milletin kafasının allak bullak edildiği bir zaman diliminde yaşadığımız elbette ki, apaçık ortada. Ancak Özal'ın sol-soslu versiyonu, tam bir numara. Burada sinsi bir oyunla karşı karşıyayız: Türkiye'nin seçmen profilinin tepetaklak edileceği incelikli ve ayartcı bir oyun bu: Türkiye'de 28 Şubat'a kadar geleneksel olarak şöyle bir seçmen profili vardı: Oyların % 65 ilâ 75'i sağ seçmenden; % 25 ilâ 35'i ise sol seçmenden oluşuyordu. Bu bir türlü değiştirilemeyen seçmen profilinin 28 Şubat'ın arefesinde değiştirilmesine karar verildi: 28 Şubat'çı elitlerin yaptırdığı tüm araştırmalardan şöyle bir sonuç çıkmıştı: Türkiye nüfusunun kahir ekseriyeti 35 yaşın altındaki gençlerden oluşuyor. Eğer Türkiye'deki seçmen profiline müdahale edilmezse, önümüzdeki 25 yıl içinde Türkiye'deki seçmenin % 60-70'lik büyük kesiminin Refah veya benzeri partilere oy vereceği anlaşılmıştı. Türkiye'deki seçmenin üçte ikisini oluşturan sağ partilerin seçmenleri, Türkiye'nin İslâmî birikiminin, dinamiklerinin ve kimliğinin daha fazla öne çıkarılmasına yol açacak taleplerde bulunuyorlardı. Eğer bu yönelim durdurulmazsa, Türkiye'deki seçmenin önümüzdeki 25 yıl içinde İslâmî duyarlıkları baskın olan bir seçmen kitlesine dönüşmesi kaçınılmaz görünüyordu. İşte bu durum, Türkiye'nin, Batı yörüngesinden çıkmasıyla sonuçlanabilirdi! İşte 28 Şubat süreci, bu durumun önlenmesi için hayata geçirildi. İsmail Cem ve Kemal Derviş hareketiyle birlikte böyle bir projenin ikinci ama en önemli aşamasına gelmiş bulunuyoruz. Birinci aşamada uygulanan proje neydi peki? Türkiye'de merkez sağı parçalama ve Türk siyasetindeki belirleyici ağırlığını yok etmekti. Çünkü merkez sağ, zamanla İslâmîleşiyordu; önümüzdeki 25 yıl zarfında merkez sağ, hemen hemen tümüyle İslâmîleşecekti. Onun için ilk iş olarak merkez sağ parçalandı. Daha doğrusu, merkez sağın parçalanma süreci Özal'ın vefatından sonra başlatılmıştı. Bu arada merkez-sol da parçalanmıştı. İlk aşamada yapılmak istenen şey şuydu: Merkez sağı da, merkez solu da parçalamak ve bugüne kadar solun temsil ettiği resmî ideolojinin kurucu ilkesi laikliği merkez sağın bugüne kadar soft bir şekilde kabul etmesine son vermek ve solu tümüyle sol ideolojiden arındırmak ve tüm partileri laikleştirmek, yani statüko partileri yapmaktı. Şu an gelinen noktada sol da kalmadı, sağ da. Bütün sağ ve sol partiler, tektipleştirildi, elleri kolları ve zihinleri bağlandı. Erbakan aslında bu durumu, 1970'li ve 1980'li yıllarda "bütün partiler bir tarafa, MSP-Refah bir tarafa. Çünkü bunların hepsi birbirinin aynısı; hepsi statüko partileri; bunların birbirinden farkı yok" diyerek anlatmaya çalışmıştı. Erbakan'ın o vakitler söylediği şey, 28 Şubat sürecinden sonra tam anlamıyla gerçek oldu. Özetle... Bugün Türkiye'deki sağ partilerin seçmen baskısıyla Türkiye'nin daha fazla İslâmîleşmesine yol açtıkları anlaşıldı. Örneğin Özal döneminin sonunda yapılan kamuoyu yoklamalarında kimliklerini İslâm'a göre tanımlayanların oranı % 80'leri geçmişti. İşte bu, seküler sistemin lordlarını ürkütmüştü. Onun için sağ partilerin yapamadığı şeyi, soslanmış, sulandırılmış ve zihni bulandırılmış "sol" kökenli kadrolar ve partilerin yapmasının kaçınılmaz olduğuna karar verildi. Cem- Derviş hareketinin sol-soslu Özal misyonuna soyunmalarının nedeni bu. Yani, Türk toplumunun İslâm'la ilişkilerini asgâri düzeye indirmek. Dolayısıyla yönünü yitirmiş bir Türkiye'nin kesinkes Batı yörüngesinde kalmasını sağlamak ve Clinton'ın Türkiye'ye geldiğinde açıkça söylediği gibi "Türkiye'nin başka bir yörünge oluşturmaya kalkışmasını önlemek". Clinton'ın ve Amerikan yönetiminin Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne (AB) girmesini canı gönülden istemelerinin en temel nedeni bu. İkinci nedeni ise, İngiltere'den sonra Türkiye gibi AB içinde yer alacak bir diğer önemli ülkenin ABD'nin çıkarlarını korumalarını garanti altına almak. Clinton'ın da, Amerikalılar'ın da çok iyi anladıkları ama bizim anlayamadığımız çok hayatî bir nokta var. Clinton'ın geçen hafta Türkiye'ye geldiğinde yaptığı konuşmada söylediği sözlerle söylemek gerekirse: "Türkiye'nin ne kadar önemli bir ülke olduğunu ve ABD'nin ve AB'nin Türkiye'ye ne kadar ihtiyacı olduğunu bilin". Clinton, aynen şunu demek istiyor: Türkiye, kendi haline bırakılmayacak kadar önemli bir ülkedir. Eğer Türkiye'yi AB'ye almazsak, Türkiye kendine özgü bir yörünge oluşturmaya kalkışabilir. O zaman hem ABD'nin, hem de AB'nin küre ölçeğindeki çıkarları alt üst olabilir. İşte Cem-Derviş'in misyonu Clinton'ın söylemek istediği şeyi hayata geçirmekten ibarettir. Oysa bu, Türkiye'nin "ölüm dansı"ndan başka bir anlam ifade etmiyor. Bakalım, bu toplum, engin içgüdüsü, sezgisi ve refleksleriyle bu belâyı defetmenin yollarını keşfedebilecek mi?
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |