|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Anadolu'ya her çıkışımda aktüel olandan bir kopuş hissini yaşarım. Hatta bu his, biraz daha tahlil edecek olursak bir tür travma psikolojisi denilebilecek derin çelişkileri barındırır. Zaten travma denilen şey, aktüelden olanla reel arasındaki çelişkinin dayanılmaz boyutlarda olması değil midir? Bu kopuş hali her ne kadar travma olarak tanımlanmaya elverişli olsa da marazi olandan çok, çelişkinin zihinde yaptığı etkinin şiddetiyle açıklanabilecek bir uyarılma hali, bir bilinç dirilmesi sözkonusu aslında. Bir yanda nostaljik (hatta romantik bile denebilir) duyguları besleyen coğrafi keşfin özeti; tarih, insan, coğrafya, kültür gibi insanlık durumuna ilişkin tanımlama ve anlamlandırma eylemlerine ait ne kadar başlık varsa hepsinin zihnimde yaptığı geçit resmi. Bir coğrafyaya bu kadar anlam yüklememin nedeni buranın yüzyıllardır sırtında taşıyageldiği birikim olduğu kadar, bu coğrafyaya biçilen deli gömleğini hâlâ sırtından atamamış oluşudur. Bizzat tarih kadar yaşadığım hayatın kendisi zihnime hücum eden çağrışımların esas müsebbibi olarak derin çelişkilere, taze çıkışlara yol veriyor. Yaz sıcağında İstanbul'dan bozkıra doğru yamalı asfaltları aşarken bu coğrafyayla yüzyüze gelmem arkamda bıraktığım aktüel olandan, gerçeklikten kurtulma hissi bir tür deli gömleğini sırtımdan sıyırıp atmamı kolaylaştırıyor. Gündemin yapaylığından kurtulma telaşesinin verdiği bir sığınma duygusunu aşan bir dirilik aslında. Bir tür hafıza kaybından kurtulmanın hazzı, bilinçle temas ediş. Çelişkinin ortaya çıkardığı zihni muvazene haline dönüş. Reel ve aktüel olanla gerçek/hakiki olanın çatışması sonucu ortaya çıkan ruh hali sanılanın aksine nostaljiye sığınmış içe kıvrılma psikolojisini değil inkişafın imkanlarını, duruş sahibi kılıyor, keşfetmenin yolunu açıyor. Nedir beni bu derece aktüelden koparırken travma ile bilinç arasında gerilimli alana fırlatan durum? Arkamda, "ulusal program" gibi ironik hatıradan başka ulusal etiketi kalmamış bir hükümetin sarsıldığı gündemi bırakırken; bozkırda yaz yağmurlarıyla yükselen toprak kokusunu ciğerlerime çektim. Erciyes'in serin havasını teneffüs ederken karlı dağın estetik heybetine yaslanarak geleceğe ilişkin güvenimi tazeledim. Bir yanda siyasal çözülme manzarası diğer tarafta dağ nostaljisinden ibaret gelecek umudu/mu? Bu kadar basit değil elbette. Umudu yeşerten şey bu kadar romantik, "bozgunda fetih düşü"nü hatırlatır biçimde hayal ikliminde gerçeklerden uzaklaşmak gibi de değil. Hükümetlerin sömürge ülkelerine özgü yöntemlerle yıkıldığı, her türlü teslimiyetin ulusal namı altında tecime sunulduğu siyasal ve sosyal çözülme ortamında yarına, bugüne ilişkin güvenlik alanımızı sağlayacak temelleri aktüel olandan kopuşta aramak gibi gözü kapalılık önermiyorum. Ancak Anadolu şehirlerini gezerken hâlâ bu şehirlere rengini veren, bu şehirleri kimlik sahibi kılan unsurlarla, bu ülkenin geleceğin tayin etmeye çalışan iç ve dış unsurların tarihi arasında basit bir kıyaslama yapmayı öneriyorum. Basit bir matematik hesap aslında. Türkler'in bu topraklara giriş tarihleriyle burada oluşturdukları kurumların tarihi hemen hemen aynı... Orta büyüklükte bir Anadolu şehrinde mutlaka, en azından 900 yıllık bir eserin hâlâ var oluşu dehşetengiz bir güven duygusu (bilinci demek daha doğru olur) vermiyor mu? 900 ya da bin yıllık bir eserden bugüne nasıl bir çıkarsama yapılabilir? Bugünkü krizi aşmamıza ne yararı olabilir diye bir itirazın yükseldiğinin farkındayım. Bu halka kriter öneren dünya düzeninin tümünden daha eski bir tarihe işaret etmektedir bu Selçuklu eserleri. Bu coğrafyanın insanı medeniyet değerleri ve hayat biçimiyle ilk defa ne AB'ye girerek tanışıyor olacak ne de ABD'nin desteği ile bu coğrafyada ayakları sağlam basmış olacak. Bu insanlar, kendisine kriter önerenlerin tümünden önce medeniyet deneyimini görmüş, bu birikime sahip bir kültürel iklimin mirascısı olmuştur. Bu coğrafyanın geleceği ve hayatiyetine ilişkin temel soru; bu tarihi birikime sahip olma duygusunun reel hayata nasıl geçirileceği sorusuna verilecek cevapla yakından alakası var. Bu ülkenin ve bu ülkenin insanlarının geleceği, Müslümanlık'la ve ona yaslanarak ürettiği değerlerle sağlıklı bir ilişki kurmadan varlığın sürdürmesi mümkün değildir. Cemil Meriç'in deyimiyle "üstümüze giydirilen deli gömlekleri"ni atmadan bu ilişkiyi kurmamızın mümkünü de yoktur. Bin yıllık bir Selçuklu eserine bakarken koptuğum aktüel gerçeklikle irtibat kurmaya çalıştığım hakikatin hikayesi bu kısaca. Bu ülkeye ne sömürgeci beyaz efendilerin tavrıyla kriter önerenler ne de ilke dayatanlar güvenlik alanı açabilir. Çünkü bu halk ilk defa devlet kurmuyor, ilk defa medeniyet, kültür gibi insanlık durumunun üst verimleriyle tanışmıyor. Denediği, biriktirdiği, ürettiği değerleri yeniden keşfederek, üreterek yeni bir şey söylemek istiyor. Mevlana'nın sözünü hatırlatmanın tam sırası,"yeni şeyler söylemek lazım..."
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |