|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Edebiyat dergisi Hece, bir kez daha tarihe kayıt düştü. Bu kez "Türk Romanı"nın "kuyu"sunu kazarak (!) kaydını, soykütüğünü çıkarmış ve olmayan, olamayan ve böyle gittiği sürece de aslâ olamayacak olan bir romanın, adına "Türk Romanı" denen ama bir türlü izine rastlayamadığımız bir "yok-ülke"nin (dystopia'nın) anıtını dikmiş Hece. Dikkat ederseniz burada alttan alta traji-komik bir durum tasviri var: Hem bir anıt dikildiğinden sözediyorum; hem de adına anıt dikilen şeyin kendisinin olmadığından, varolmadığından sözediyorum. İşte traji-komedi bu. Kendimizi kandırmanın veya avutmanın âlemi yok artık: Türkiye'de Türk romanı da, Türk şiiri de, Türk edebiyatı da, Türk müziği de, Türk sineması da yok. Ne var peki? Karikatür ve kakafoni var. Romanımız da, şiirimiz de, müziğimiz de, edebiyatımız da, sinemamız da, Batı'da geliştirilen türlü romanların, türlü edebiyatların, türlü şiirlerin, türlü müziklerin, türlü sinemaların karikatüründen ibaret. Tıpkı Türk modernleşmesi gibi simülatif (sahte, sanal ve "kurmaca"): Parodi ("kopyeleme / monteleme") yapıyor; pastiş (kopyeleme / monteleme ve sonrasında gelen komedi) üretiyoruz. Çünkü "biz" yokuz. Romanı roman yapan, şiiri şiir yapan, müziği müzik yapan, sinemayı sinema yapan şey, ruh'tur; kültür'dür; dünya tasavurru ve tahayyülüdür. Türkiye'nin ruhu çalındığı, sırra kadem bastığı için romanımızın da, şiirimizin de, müziğimizin de, sinemamızın da kanatlandırıcı, hayatlandırıcı, vücuda gelerek vecde getirici mevcudiyetini bize her hal ve şartta hissettirici, dolayısıyla yaşayan, her dâim yaşayabilen bir ruhu yok. Söylemek istediklerimi şu yakıcı soru çerçevesinde açımlamak istiyorum: "Türk" neresi, roman "Türk"ün neresine düşer? (Burada paranteze aldığım "Türk"ün, İsmet Özel'in "Türk", "Türklük" eksenli yazılarıyla bir ilişkisinin olmadığını hatırlatmak ve vurgulamak isterim). "Türk romanı", "Türk şiiri", "Türk müziği", "Türk sineması" diyoruz; ama "Türk romanı"ndaki "Türk"ün, "Türk şiiri"ndeki "Türk"ün, "Türk müziği"ndeki "Türk"ün, "Türk sineması"ndaki "Türk"ün KENDİSİ olarak bir şeyler söyleyen bir Özne ol(a)madığını; başkalarının, özellikle de Batılıların roman diye, şiir diye, müzik diye, sinema diye yapıp-ettiklerini yapmaya, söylediklerini söylemeye çalışan ve orada üretilen dili burada yeniden-üretmeye kalkışan bir Nesne olduğunu, kendisi bir şeyler yapmaya ve söylemeye çalışan bir Özne olamadığını bir türlü göremiyoruz nedense. Tıpkı dün bir Sinan gibi, "işte mimari eser / bir sanat eseri böyle yapılır"; tıpkı bir Yunus gibi "işte şiir böyle yazılır" diyebileceğimiz ve mimaride de, sanatta da, şiirde de, sinemada da dünyaya yeni bir dil, yeni bir söyleyiş biçimi, yeni bir estetik ve duyarlık sunabileceğimiz / armağan edebileceğimiz ve "işte roman böyle yazılır" diyebileceğimiz bir romanımız, roman dilimiz; "şiir böyle yazılır" diyebileceğimiz bir şiirimiz, şiir dilimiz; "müzik böyle yapılır" diyebileceğimiz bir müziğimiz, müzik dilimiz; "sinema böyle yapılır" diyebileceğimiz bir sinemamız, bir sinema dilimiz var mı? Yok. Hece'nin roman soruşturmasına, genç ve parlak romancılarımızdan Elif Şafak, bu yakıcı gerçeği çok iyi kavradığını gösteren nefis bir cevap vermiş. Şöyle diyor Elif Şafak: "...bugün de, tıpkı dün olduğu gibi Türk romanı ne anlattığını, nasıl anlattığından kat be kat daha fazla önemsiyor. ...Dün olduğu gibi bugün de, dil ve üslup ikinci planda. Romancının perspektifi, vermek istediği mesaj, iletmek istediği doğrular öne çıkarken, bir edebî tür olarak roman, 'mühendislik' gerektiren bir uğraş olarak belirginleşmekte. Toplumsal dolaşımda da roman, hep soğukkanlı bir mantık ve mühendishane kurgularla özdeş. Türk romanı başından itibaren Dionysus'u değil, Apollon'u kutsamıştır. Esriklikten ziyade doğruculuğu, sezgiden ziyade akılcılığı, şüphecilikten ziyade öğreticiliği, sarhoşluktan ziyade ayıklığı... İdeolojik yelpazenin farklı farklı kenarlarında mevzilenmiş romancılar, aralarındaki olanca görüş farklılıklarına rağmen bu hususta benzeşirler. Türk romancılarının ortak özelliği romanlarını yazarken fazlasıyla ayık olmalarıdır; kendilerinin ve metinlerinin fazlasıyla bilincinde. Kanımca, 150 yıl sonra bugün Türk romanında hâlâ ve ısrarla eksik olan şey VECD hâlidir." (vurgular, Elif Şafak'a ait). Elif Şafak'ın gözlemleri gerçekten çarpıcı: Sorun, ne anlattığınız sorunu değil, nasıl anlattığınız sorunudur. Türkiye'deki naif ve eklektik modernleşme projesi, Türkiye'yi kendi kendini sömürgeleştirme (self-colonisation) aymazlığına soyunmaya itti ve ASIL'la olan ilişkilerimizi koparttı: Toplum olarak, hem kendi anlam haritalarımızla epistemolojik ve ontolojik bir kırılma hali yaşamaya sürükledi bizi; hem de Batı'yla zihinsel anlamda değil, biçimsel anlamda, yani nominalist bir ilişki kurmaya icbar etti. Sonuçta hem kendi'mizle, hem de "öteki"yle temasımızı yitirdik, çift yönlü bir temassızlık yaşamaya başladık. Burada gelmek istediğim yakıcı bir nokta var ve ben bu yakıcı noktayı bu kadar imajinatif ve keskin gözlemler yapan Elif Şafak'ın farkedip farkedemediğini merak ediyorum. O da şu: NASIL sorusunun karşılığını yaratıcı şekillerde üretebilmemiz için ASIL'la ilişki kurmak zorundayız. Eğer ASIL'la (kendi aslî dinamiklerimizle, anlam haritalarımızla, kültürel dizgelerimizle) ilişkilerimizi koparmışsak, bir şeyi NASIL anlatabileceğimiz sorusuna hiçbir zaman asîl cevaplar veremeyiz. Elif Şafak'ın dikkat çektiği, modernliğin boğucu ve büyük anlatılarda (örneğin ideolojilerde) yuvalanan, kök-salan anlam/sızlık kalıplarından, Weber'in deyişiyle "demir kafes"inden kurtulabilmemiz ve dolayısıyla VECD haline ulaşabilmemiz için bir şeyleri VÜCUD'a getirecek kadar yaratıcı bir ruhumuzun MEVCUT olması; bunun için de VİCDAN sahibi olmamız; yani "hangi toprakları niçin çiğnediğimiz" sorusunun cevabını kendimizi kandırma kolaylığına kaçmadan verebilmemiz, bunun mümkün yollarını icat ve inşa etmeye soyunmamız gerekiyor. (Dikkat: Vecd, vicdan, vücud ve mevcut sözcükleri etimolojik olarak aynı kökten türeyen sözcüklerdir. Sadece bu sözcükler üzerinde kafa yorarak bile mükemmel bir dünya –tasavvuru– kurabilmemiz mümkün!) Sözün özü, ASIL ile ilişki kurabildiğiniz zaman, USÛL'ü de keşfetmeniz kolaylaşacaktır. Türk toplumunun sorunu ASIL'la ilişkiyi kopardığı ve bu yüzden de faslı hüzzamlara mahkum olduğu için bir şeyi NASIL anlatabileceğimiz / yapabileceğimiz sorusunu aslâ cevaplandıramıyoruz ve dolayısıyla romanda da, şiirde de, müzikte de, sinemada da dünyaya yeni bir dil, yeni bir estetik, yeni bir söyleyiş biçimi ve duyarlığı armağan edemiyoruz. Çünkü "biz" yokuz; kendi'miz/de değiliz; o yüzden de başkası da olamıyoruz ve daha önemlisi de kendimiz olamadığımız için başkasını da tanıyamıyor ve farkedemiyor; dolayısıyla kendimizi yani farkımızı farkettirebilecek bir performans (=dil) ortaya koyamıyoruz. Hece'nin anıtına yerimiz kalmadı. Hece'nin anıtını Çarşamba günü seyre dalalım...
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür |
© ALL RIGHTS RESERVED |