T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
"Din" ve sanat "öldü"; yaşasın "eleştiri sanatı"!

Avrupa'dan ve Amerika'dan yayılan dalgalar, artık -vahiyle bir türlü ilişki kurmayı başaramayan- "din"in de, sanatın da anlamını ve işlevini yitirdiğini haber veriyor bize. "Din" de, sanat da, geri çekilmiş, anlamsızlaşmış ve insanlığın sorunlarına cevap üretemeyecek kadar insanın ve hayatın dışına düşmüş durumda. "Din" de, sanat da, insanın sorunlarını ne teşhis edebiliyor; ne tespit edebiliyor, ne de esaslı "tedâvi" yolları veya imkânları önerebiliyor.

Aslında bu, çağımıza özgü, yeni bir fenomen değil. Burada yeni olan, bu fenomenin tezâhürlerinin farklılaşması.

Batı, vahiyden beslenen bir din'le hiçbir zaman müşerref olamadı; Hz. İsâ ile önüne gelen vahiy kaynaklı din'le tanışma imkânını daha ilk yüzyılda kaçırdı. Sonuçta, ortaya çıkan şey, Hıristiyanlık dini olmadı; pagan geleneklerin nüfûz edici etkisi ve itkisine teslim olan Kilise dini oldu. O yüzden Batı'daki bütün kiliseler, aslında mezhep değil; hepsi ayrı birer din: Her kilisenin kendi akîdeleri / dogmaları var. (Bu meseleyi, Çarşamba günü Şinasi Gündüz'ün çalışmalarını analiz ederken tartışacağım).

Batı'da 15. yüzyıldan (Rönesans'tan) önce Kilise-merkezli bir dünya vardı. Rönesans'tan sonraki süreçte bunun yerini İnsan-merkezli dünya aldı. Bu süreç, kaçınılmazdı. Çünkü bir kurum, koskoca bir kıtanın hayatına hükmediyor, yön, şekil ve çeki düzen veriyordu. İnsan ve insanın onuru, irâdesi, şahsiyeti hiçe sayılıyordu. Bu, elbette ki, insanı isyân ettirecek bir durumdu. Nitekim öyle de oldu.

Peki, ne'ye isyân etti, insan? Din'e mi? Hayır! Kilise'ye ya da Kilise dinine! "Din", diye bir şey yoktu çünkü. Bizim zihinsel melekeleri ve ufukları gerçekten körelen aydınlarımız, bu süreci, aklın / insanın din karşısındaki savaşı ve zaferi olarak görüyorlar hâlâ. (Marx, bizimkileri görse, çıldırırdı herhalde. Batı'da yaşanan kavga, din ile akıl veya din ile bilim kavgası değildi; Kilise ile akıl, kilise ile insan, kilise ile bilim arasında yaşanan bir kavgaydı. Marx, "din, kitlelerin afyonudur" derken, aslında, Kilise dini'ne gönderme yapıyordu. Çünkü aynı Marx, hem de aynı yerde, "din, ruhsuz dünyanın ruhudur" da diyordu!)

Yaşanan serüven gerçekten fırtınalı, kanlı ve heyecanlı bir serüvendi. Sonunda insan, ipleri eline almıştı; ama ipler, sağlam değildi; çürük'tü. Ve kaçınılmaz olarak ip koptu: İnsanın varlığının bile tehlikeye girdiği bir sürecin son noktasına gelinmişti. 19. yüzyıl Avrupa'sına damgasını vuran Karşı-Aydınlanma Çağı, Romantizm'le bir sıçrama denemesi yaptı: Artık "din" (=Kilise dini) de, aydınlanma aklının ürünü olan araçları (bilimi, teknolojiyi, aygıtları, dolayısıyla gücü) amaç haline getiren Rönesans'la başlayan süreç de, katafalka konuyordu: Romantikler, kurtuluş yolu olarak sanat'ı keşfetmişlerdi. En hırçın ve amansız Romantik (ve de "son insan") Nietzsche, "Tanrı, öldü. Felsefemiz, dinimiz, ahlâkımız türlü dekadans (çöküş / tefessüh) biçimleri haline geldi. Karşı-devrim, sanattır" diyerek, yeni bir çağın bayrağını göndere çekmişti.

Marksist edebiyat teorisyeni ve eleştirmeni Terry Eagleton, bütün bu fırtınalı, inişli-çıkışlı, med-cezirli, serüven dolu hikâyeyi şöyle özetleyecektir: "Artık sanat, dinin yerini aldı". Eagleton, sadece sanatın dinin yerini almakla kalmadığını, dinin dilini de kullanmaya başladığını hatırlatacaktır bize.

Özetle Batılı insan, önce Kilise dini'ni tahtından ediyor; sonra, insanı tahta oturtuyor; ve son olarak da, insanın aynı zamanda, amansız bir yaratık olması nedeniyle kendisini bile yok edecek bir süreci başlatması üzerine, sanat'ı, dolayısıyla kültür endüstrisini hayatın yegâne câzibe, oluş, varoluş (veya yokoluş) merkezi haline getiriyor.

Peki, sonuç ne? Sonuç şu: Pagan geleneklerin yuttuğu ve yonttuğu Kilise-merkezli dinin de, insan-merkezli dünyanın da ve nihâyet kültür ve iletişim endüstrisinin hegemonyasına giden kapıları sonuna kadar açan ve Kilise dini'nin yerine geçen sanatın da yok olduğu, sırra kadem bastığı bir dünyanın ortasında savruluyor ve varolma / yaşama mücadelesi veriyoruz.

Bizim "Televizyon Araştırmaları" alanının zaten pek türdeşi ve türdaşı olmayan âlimlerinin bilge şahsiyetlerinden James W. Carey'in yaklaşık bir asırlık düşünce mirasının hikâyesini özetleyen şu saptaması, şu an yaşadığımız durumu çok iyi özetliyor: "Batı'da din'in ve sanatın yokolduğu, bunların yerini eleştirinin, eleştiri sanatının aldığı melankolik bir durumla karşı karşıyayız. Sanat, hayatımıza hâkim olan kaosu anlamlandırma kapasitesini yitirdi. Artık din ve sanat tapınakları ve seremonileri, bağlılarına, müminlerine, inanmadıkları bir dünya sunuyorlar. Hayatımıza hâkim olan kaosu, din ve sanat değil, eleştiri anlamlandırıyor. Eleştiri sanatı, daha şiirsel, daha heyecanlı bir tecrübe yaşatıyor bize."

İşte tam bu noktada Hece dergisinin roman özel sayısına giriş yapıyorum: Hece'de olmayan, olamayan bir roman üstüne, sözümona "Türk romanı" üstüne nefis eleştiri metinleri var.

Geçen haftaki yazılarımda, Türk romanının, şiirinin, müziğinin, düşüncesinin, sinemasının olmadığından sözetmiştim. Türkiye'de elbette ki büyük romancılar, şâirler, müzisyenler, sinemacılar var. Ancak ortaya çıkan sonuç, dünyaya armağan edebileceğimiz ve sunabileceğimiz güçlü, özgün, bize özgü bir roman dili, şiir dili, sinema dili, müzik dili geliştirebildiğimiz bir "başarı hikâyesi" değil. Bunun en temel nedeni, özelde, bizim düşünce, kültür ve sanat kaynaklarımızla yaratıcı ilişkiler kurmayı başaramayışımız; genelde ise hem kendi anlam haritalarımızla, hem de dünya ile çift yönlü bir temassızlık yaşamaya mahkûm ve mahpus oluşumuzdur. Yani özne (üreten, söz ve iddia sahibi, söyleyen, tanımlayan) değil, nesne (tüketen, başka yerlerde üretilen söz ve iddiaları burada tekrarlayan, söyleneni söyleyen ve tanımlanan) oluşumuz ve bu yakıcı ve yıkıcı gerçeği bir türlü farkedemeyişimizdir.

Asıl'la ilişkilerimizi yitirdiğimiz için, ne'yi nasıl söylememiz gerektiğini bilemiyor; usûl'ü bulamıyor ve sürekli olarak sanatın tüm türlerinde hep "toplum mühendisliği" yapıyor, toplumu adam etmeye çalışıyoruz. O yüzden Türkiye'de anlatım / dil sorunları, yani biçim üzerinde değil; hep içerik üzerinde "laga-luga" yapıp duruyoruz.

Hece'nin roman sayısında da, hâkim olan yaklaşım bu. "Güçlü ve özgün bir Türk romanı var mı?" sorusu bugüne kadar sorulamayan bir soru. Hece'de de bu sorunun izine rastlayamadım; ama çok güzel eleştiri metinlerine rastladım. Özellikle "Roman Tekniği" bölümünde yer alan Selçuk Çıkla'nın "kurmaca ve gerçeklik"; Şaban Sağlık'ın zaman-mekân-tasvir; Metin Tekin'in "bakış-açısı"; Hayrettin Orhanoğlu'nun "anlatıcı" ve Dursun Ali Tökel'in "yazarın niyeti" gibi sorunları tartışan makaleleri nefis eleştiri metinleri.

Romanı olmayan bir "çevre"nin roman üstüne bu kadar kapsamlı ve anıt bir roman eleştirisi özel sayısı hazırlaması, anlaşılması zor ama güzel bir çelişki. Türkiye'deki hâkim edebiyat çevrelerinin bu anıt sayı karşısında sessiz kalmaları, dut yemiş bülbüle dönmelerinden kaynaklanıyor olsa gerek.

Sonuç olarak, çağımızda sanat da; ve vahiyden beslenemeyen "din" de(İslâm dışında), sırra kadem basmış durumda. Ama genelde eleştiri, özelde ise sanat eleştirisi, hayatı ve dünyayı daha iyi anlamamızı ve anlamlandırabilmemizi sağlayacak bir konuma yükseldi. Bakalım, oradan nereye doğru yol alacak insanoğlu. Bekleyelim ve görelim.


29 Temmuz 2002
Pazartesi
 
YUSUF KAPLAN


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Aktüel | Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED