|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
12 Eylül 1980 darbesiyle iktidara egemen olan Milli Güvenlik Konseyi 1961 Anayasası'nı yürürlükten kaldırıp yeni bir anayasa yapma hedefini ortaya koyduğunda, o günkü şartlarda üniversite ve susturulan siyaset çevrelerinde yeni anayasanın nasıl bir rejim tesis edeceği merak konusu olmuştu. Darbeden bir yıl sonra anayasa hazırlayacak Danışma Meclisi, atama ile oluşturulunca kaygılar iyice artmış ve kenarda köşede konu tartışılmaya başlanmıştı. Hatırlanacağı gibi hiyerarşik bir atama sistemi ile oluşturulmuş olan 160 üyeli Danışma Meclisi, kendi içerisinden çıkardığı on beş üyeli Anayasa Komisyonu ile yeni anayasa hazırlıklarına girişmiş ve bir yıllık çalışma sonunda bir anayasa metni ortaya çıkmıştı. Bir yandan Danışma Meclisi yeni anayasa metni hazırlarken diğer yandan iktidarı elinde tutan ve halk arasında "beşi bir yerde" adı ile anılan beş darbeci generalden oluşan Milli Güvenlik Konseyi de bir anayasa hazırlığı içerisinde bulunuyordu. Neticede Danışma Meclisi tarafından kabul edilen anayasa tasarısı Milli Güvenlik Konseyi'ne gelmiş ve orada son şekli verilerek Kasım 1982'de halk oyuna sunulmuştu. Halk kimsenin beklemediği oranda bir kabul oyu ile (% 92) Milli Güvenlik Konseyi'nin elinden çıkan bugünkü anayasayı onaylayarak yürürlüğe girmesine vize vermişti. Yürürlüğe girdiği andan bu yana geniş eleştirilere maruz kalan 1982 Anayasası'nın en belirgin vasfı, herhalde yürütme erkini güçlendirmiş olmasıdır diyebiliriz. Bütün darbe anayasaları gibi bir tepki anayasası olan mevcut anayasa, 1961 Anayasası'nın yürütmeyi güçsüzleştiren, vatandaşı idareye karşı çeşitli yollarla korumaya çalışan niteliğini sona erdirerek devleti otoritesini güçlendirmek amacıyla bir dizi yeni düzenleme getirmiştir. 1982 Anayasası'nın yürütmenin Cumhurbaşkanlığı ayağını son derece güçlendirmiş olması nedeniyle literatürde bu anayasa ile tesis edilen rejime zaman zaman "yarı başkanlık sistemi" dendiği olmuştur. Zaman zaman yaşanan siyasi krizleri aşmak için düşünülen güçlendirilmiş Cumhurbaşkanlığı sisteminin nasıl bir bunalıma dönüşebileceğinin pekçok örneğini yaşadık ve yaşamaktayız. Bundan dolayıdır ki iki de bir Cumhurbaşkanı'nın yetkilerinin yeniden düzenlenmesi, bazısının kısıtlanması gibi konular gündeme gelmektedir. 1982'den bu yana göreve gelen cumhurbaşkanları anayasanın kendilerine verdiği geniş yetkileri kullanmak istediklerinden ciddi sıkıntılar ve tıkanmalar yaşanmaktadır. Bunun en son örneğini mevcut hükümet döneminde Sayın A. Necdet Sezer'in Meclis'te yüksek katılımla kabul edilen yasaların veto edilmesinde görmekteyiz. Cumhurbaşkanı'nın vetolarından memnuniyet duyan muhalefetle aynı safta buluşması toplumun gözleminden kaçmamaktadır. Elbette ki bu vetoların kendi bağlamı içerisinde mantıklı ve anlaşılabilir bir yanı vardır. Ancak vetoların dayandırıldığı gerekçelerin toplumun yüzde kaçının katıldığı ve haklı bulduğu önemli bir sorudur. Türkiye bir parlamenter hükümet sistemine sahip ülkedir. Yani halkın elinde tuttuğu egemenlik yetkisi, halkın seçtiği temsilcilerden oluşan parlamentoda toplanmıştır. Parlamento kendi içerisinden çıkardığı ve güvenoyu verdiği hükümete yürütme yetkisini vermekte ve güveni devam ettiği müddetçe hükümet yürütme yetkisini kullanmaktadır. Bu sistemde genel olarak sorumsuz konumdaki Cumhurbaşkanı veya kralların sembolik olarak devleti temsil ettikleri ve çok sınırlı iktidar yetkisini kullandıkları temel özelliktir. Parlamenter sistemler, genel olarak, monarşilerin evrilmesiyle tesis edildiklerinden ve iktidar parlamentolara geçtiklerinden kral veya cumhurbaşkanlarına sadece devleti temsil gibi sembolik yetkiler kalmıştır. İktidarın merkezi parlamentolardır. Türkiye 1908'den bu yana parlamenter sistemi tesis etmek için adeta bir yap boz oyunu oynamaktadır. 1909 ve izleyen yıllarda İttihat ve Terakki tarafından gerçekleştirilen anayasa değişiklikleriyle Sultanın tüm yetkileri Meclis-i Mebusan'a geçmiş ve Halife/Sultan sembolik bir konuma yerleştirilmiştir. 1924 ve 1961 Anayasaları da bu sistemi sürdürmüşlerdir. Ancak 1960 öncesindeki fiili durumun parlamenter sistemden çok bir tür başkanlık sistemi olduğu söylenebilir. 1961 Anayasası döneminde ise Fahri Korutürk, gerçek anlamda parlamenter sistemin Cumhurbaşkanı olmuştur. 1982 Anayasası'nın yarı başkanlığa doğru evrilen siyasal rejiminin bu haliyle sorunsuz işlemesi mümkün değildir. Zaten işlemediği her gün ortaya çıkmaktadır. Mevcut hükümet seçilme yaşını düşürmeden, orman arazilerinin satışını gerçekleştirmeden önce Cumhurbaşkanı'nın konumunu gündeme getirmeli ve parlamenter sisteme uygun bir düzenleme yapmalıdır.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |