AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Albaraka Türk

K R O N İ K  M E D Y A
Böyle gazeteciliğe toplum nasıl 'saygı' duysun?

Star gazetesi yazarı Saygı Öztürk, bir zamanlar "işkence" yapmakla ve "Örümcek Ağı Operasyonu"nun kilit ismi Erol Kohen'den hediyeler almakla suçladığı iki polis müdürünü şimdi savunuyor. Çünkü iki polis müdürü yeni iktidar tarafından kızağa çekildi! Öztürk, yazdıklarının hepsini unutmuş görünüyor...

Star gazetesi yazarı Saygı Öztürk'ün 23 Ağustos tarihli yazısındaki satırlar, bizi aldı Mayıs 2002 tarihinde onun kaleminden çıkan bir dizi yazıya götürdü... Yazısında şöyle diyordu Öztürk:

"Onların yolsuzluklarını (iktidar partisi yöneticilerinin –Kronik Medya) ortaya çıkartanlar ise birer birer bürokrasiden siliniyor. (...) Albayraklar'ı gözaltına alan Organize Suçlar Şube Müdürü Adil Serdar Saçan, Mali Şube Müdürü Ayhan Mimaroğlu da hemen kızağa çekilenler ve haklarında soruşturma açılanlar arasında yer alıyor."

Hemen söyleyelim, Öztürk'ün "iktidarın gadrine uğrayan bürokrat-polis listesi"nde birkaç isim daha yer alıyor, ama biz Saygı Öztürk'ün, iki polis müdürü hakkında daha önce yazdıklarıyla şimdi söylediklerini karşılaştırmak istediğimiz için listenin bu bölümüyle yetiniyoruz... Böylece listenin öbür maddeleriyle ilgili bir değerlendirme yapma fırsatını da bulabileceksiniz...

ÖZTÜRK'ÜN SÖZ ETTİĞİ GÖZALTI

Öztürk ne diyor? İktidar, iki polis şefini, zamanında "Albayraklar'ı gözaltına aldığı için" cezalandırdı... (Anlattığı olay doğru; hani sorgulananlar, serbest bırakıldıktan sonra "işkence gördüklerini" kamuoyuna duyurmuşlardı da, bir gazete sahibinin işkence görmesine sadece bir gazeteci, Cumhuriyet'ten İlhan Selçuk tepki göstermişti...)

Peki, bu "işkenceci" polis şefleri hakkında Saygı Öztürk mesela Mayıs 2002'de gazetesinde neler yazmıştı? Hatırlayalım:

14 Mayıs 2002, Tuncay Özkan'ın Milliyet'teki dev puntolu "KOMPLO" manşetinin yayımlandığı gündü. Habere göre, daha önce İzmir'de verdiği ifade ile ünlü "Örümcek Ağı Operasyonu"nun başlatılmasına vesile olan Abdurrahman Yakupreisoğlu İstanbul'da yakalanmış, Organize Suçlar Şube Müdürlüğü'ndeki sorgusunda korkunç bir "komplo"yu itiraf etmişti.

İtiraflara göre, Yakupreisoğlu, operasyonu başlatan İzmir Organize Suçlar Şube Müdürlüğü'ndeki "ifade"sini işkence altında vermiş, dönemin çok üst düzeyde kimi siyasilerinin isimleri de ifadeye kendisini sorgulayanlar tarafından monte edilmişti.

İşin ilginç tarafı şuydu: Yakupreisoğlu, İzmir'deki sorgusunda, adı geçen iki polis müdürünü "çete"nin kilit ismi olarak gösterdiği Erol Kohen'le "yakın ilişkide" olmakla suçlamış, bu nedenle iki polis DGM'de 6 saat süren bir ifade vermek zorunda kalmıştı.

"İstanbul'da yakalanan" Yakupreisoğlu'nu sorgulayıp "KOMPLO"yu açığa çıkaranlar da işte bu polis müdürleriydi...

SAYGI ÖZTÜRK'E MEKTUP

Sonra ne oldu biliyor musunuz? Yakupreisoğlu, cezaevine gönderilmeden önce kendi talebi üzerine muayeneden geçti ve işkence gördüğüne dair rapor aldı. Cezaevine girdikten sonra da ilk iş olarak Star yazarı Saygı Öztürk'e bir mektup yazarak "Asıl İstanbul'da işkence gördüğünü, İzmir'deki ifadesini o nedenle yalanlamak zorunda kaldığını" yazdı. (Yakupreisoğlu basında neden mi Saygı Öztürk'ü seçmişti? Çünkü o meseleyi baştan beri izliyor, bu arada iki polis müdürünün de işin içinde olduğuna dair imalarda bulunuyordu.)

Saygı Öztürk bu mektubu köşesinde yayımladı ve polis müdürleri Serdar Saçan ile Ayhan Mimaroğlu'nun suç işlediklerini yazdı. 2002 Mayıs ayı içinde Tuncay Özkan Milliyet'te iki polis müdürüne kefil olan yazılar yazarken, Saygı Öztürk onların "Erol Kohen'le yakın ilişkisini gösteren" savcılık ifadelerini yayımlamakla meşguldü...

Öztürk, aldığı ifadenin ardından "Örümcek Ağı Operasyonu"nu başlatan İzmir Organize Suçlar Şube Müdürü Şerafettin Bural AK Parti hükümeti tarafından göreve yeniden başlatılınca (evet, Tuncay Özkan'ın "KOMPLO" manşetinin yayımlandığı gün ANAP'lı İçişleri Bakanı Rüştü Kâzım Yücelen tarafından açığa alınmıştı), Saygı Öztürk, yanlış hatırlamıyorsak hakkın yerini bulduğunu anlatan bir yazı da yazmıştı...

Şimdi, "politik husumet nedeniyle" kızağa çekildiklerini söylediği polis müdürleri hakkında Saygı Öztürk işte böyle şeyler yazmıştı.

Bunlar oluyor, sonra da gazeteciler toplumda "saygı" görmüyor diye yakınıyoruz. Toplum, böyle bir gazeteciliğe nasıl saygı duysun? (A.G.)


Irak: Zihni gıdıklayan gözlemler, yorumlar

Irak'a asker gönderme konusunda taraflar görüşlerini netleştirdikçe zihnî tembellik de büyüyor. Artık herkes, orada olup bitene bakarak, bunun kendi yaklaşımını doğruladığını (ya da yanlışladığını) tekrarlıyor, başka da bir şey yapmıyor... 10'a yakın Türkmen'in öldürülmesiyle sonuçlanan gösteriler ve Birleşmiş Milletler binalarının bombalanmasında da öyle oldu...

İstisnalar yok değil... Daha güncel olduğu için "Türkmen gösterileri"nden başlayalım... Gösterilerde ölen Türkmenler nedeniyle, olaylar daha çok "Irak'ta olmalıyız" cephesinin sesini yükseltmesi sonucunu doğurdu.

Oysa böyle anlar, gazeteciler açısından bir fırsattır... "Normal" günlerde okunmayacak analiz-değerlendirme yazıları böyle günlerde "kana kana" okunur. Sabah'ın, bölgeyi ve oradaki ilişkileri yakından takip eden muhabiri Aslı Aydıntaşbaş, bu refleksi gösterip "Türkmen Cephesi"yle ilgili bir değerlendirme yazmış. Epeyce ilginç, belki bazılarımızın özellikle bu günlerde duymak istemeyeceği şeyler söylüyor Aydıntaşbaş:

"Kendimize dürüst olmak zorundayız. 1990'ların sonundan itibaren Türkmen politikamız iyice garipleşti. Türkmen Cephesi Türkiye'nin desteklediği başarılı bir siyasi blok olmaktan çıkıp, Ankara'da devlet içinde ufak bir klik tarafından faksla yönetilen ve bu yüzden sürekli kan kaybeden bir örgüt durumuna geldi. Son yıllarda özellikle Iraklı muhalifler nezdinde güç kaybettiler. İnisiyatifçi liderler ve Ankara'dan bağımsız davranmak isteyen lider adayları birbir elendi. Cepheyi yönetenler, resmi olarak Washington'ın desteklediği Irak muhalefet sürecine dahil olmalarına karşın, 'Sadamcı' damgasını yediler."

Aydıntaşbaş başka şeyler de aktarıyor... Vardığı sonuç: "İşte Bağdat'taki 25 kişilik hükümet konseyinde Türkmenler'e yalnız bir sandalye düşmesinden yakınırken unutmamamız gereken bir demet..."

"Türkmen meselesi"ne hiç bu açıdan bakmış mıydınız? Ya da şöyle soralım: Türkmenler'in Irak muhalefeti içindeki "itibarsız" konumlarını, nedenleriyle birlikte irdeleyen kaç yazı okudunuz?

'ABD KAOS İSTİYOR'

"Zihin gıdıklayan"lar kategorisinden sizlerle paylaşmak istediğimiz bir başka değerlendirme kabaca şöyle özetlenebilir: "ABD sanıldığı gibi Irak'ta istikrar istemiyor, tam tersine kaosun sürmesini istiyor.."

Türk basınında Serdar Turgut (Akşam) ve Haşmet Babaoğlu (Vatan) tarafından temsil edilen bu yaklaşıma ilişkin son yazı Babaoğlu'ndan geldi:

"İşte soruyorum: Irak'ın işgali tamamlandıktan sonraki gelişmeler Pentagon ve Beyaz Saray'ın hesaplamadığı şeyler olabilir mi? Buna inanalım mı? Buna inanmak demek, ABD'nin politikasının kendine özgü bir 'akıl' taşımadığına, stratejik bir 'vizyona' göre hareket edilmediğine inanmak demektir ki, çocukçadır bu. (...) Fakat bizdeki şehvetli ABD yandaşları da, kaskatı kesilmiş ABD düşmanları da ortak bir yanlışa saplanmış durumda.

"O yanlış da şudur: Irak'ta şimdi olanların beklenmedik gelişmeler olduğunu, ABD'nin bunları hesap etmediğini sanmakta ve öyle yazıp çizmekte, konuşmakta, fikir yürütmekteler... Yatıp kalkıp söyledikleri de Irak'ta (dahası Ortadoğu'da) istikrar üzerinedir.

"Kimisi ABD'nin bölgede istikrar sağlamakta zorlandığını, kimisi de 'süper gücün orada asla istikrar sağlayamayıp batağa saplanacağını' söylemektedir.

"Gerçekten öyle mi? ABD istikrar hedefleyip de bu hedefine bir türlü ulaşamıyor mu, yoksa bölgedeki dengeleri tümüyle değiştirecek geçici bir kaosu mu hedefliyor? Bence ikincisi doğru. Hatta ABD'nin Filistin'de yalan yanlış da olsa çözüm için çaba gösterirken Irak'ta açıkça istikrarsızlık ürettiğini söylemek en doğrusudur. (...) Amerikalılar Irak'ın nasıl yönetileceğini işgalden önce planlayıp kesinleştiremezler miydi? Aylardır yerel yönetim adına yaptıkları bir tür sallapatilik mi, yoksa bu bir plan mı? Sakın bütün bölgeye SON DARBEYİ vurmadan önce Irak'ı bir süre istikrarsızlığın kollarına bırakıp güçlerin ayrışmasını hedeflemiş olmasınlar?"

Babaoğlu, yazısını "(...) Asker gönderme tartışması içinde ikide bir 'istikrar sağlamak için gitmek' lafını ederek birbirimizi ve halkı kandırmaya kalkışmamalıyız!" diyerek bitiriyor.

Burdan da anlaşılabileceği gibi, Babaoğlu "ihtimallerden biri" olarak görmüyor öne sürdüğü düşünceyi; öyle olduğuna kesinlikle inanıyor.

Biz, doğrusu meseleyi bu kesinlikte göremiyoruz, ama Serdar Turgut'la birlikte geliştirdikleri "tez"in, üzerinde dikkatle düşünülmesi gereken bir "tez" olduğu da ortada... (A.G.)


Hürriyet Pazar'daki siyasi yorumları da kaçırmayın!

Hürriyet'in Pazar eki, herkesin bildiği gibi, yayımlandığı günün anlamına uygun içerikli bir ek. Ek'in neredeyse tamamı artık "Pazar yazıları" olarak nitelenen hafif deneme, röportaj ve gezi notlarından, fal-test gibi eğlenceli bilimlerden oluşuyor.

İşte biz geçen pazar günü söz konusu eki yine elimize almış, dinlenme gününün rehaveti içinde gözden geçiriyorduk ki, aman Allahım, bir de ne görelim?! Gazetenin Yurtsan Atakan adlı köşe yazarı "Azılı azınlık gemi azıya aldı" başlıklı, günün anlamına hiç mi hiç uymayan ve deyim yerindeyse üzerinden dumanlar tüten bir yazı yayımlamamış mı...

Çok şaşırtıcı tabii ki... Haftanın yoğunluğunu üzerlerinden bir nebze olsun atabilmek için ellerine Hürriyet Pazar'ı alan okurlara bu günde mi rahat yok!

Atakan, günü ve yeri şaşmış yazısına şöyle başlıyordu: "Geçtiğimiz hafta laik Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceğini tehdit eden çok önemli bir gelişme yaşandı. Tayyip hükümeti bir takım milletvekili transferi oyunlarıyla mecliste, anayasayı tek başına değiştirebilme çoğunluğu olan 368 parmak sayısına ulaştı."

Atakan'ın "Tayyip hükümeti" diye söz ettiği hükümetin işbaşında olmasına "demokratik" açıdan itiraz vardı: "Aslına bakarsanız AKP'nin aldığı oy oranıyla tek başına iktidar olması ve bu iktidarını erken seçimi gündeme getirmeden sürdürmesini bile demokratik sistemin sağlığı açısından hayati önemi var."

Peki, Atakan'a göre bu neden böyleydi? Çünkü, Atakan'ın geçen yılki genel seçimlerden hemen sonra yazdığı gibi, "Bu meclis halkın sadece ve sadece yüzde 40'ını temsil ediyor"du. Nitekim Atakan, geçen yıl noktayı koymuştu bile:

"AKP'yi tek başına iktidara taşıyan oylar toplam seçmenin sadece yüzde 25'inin oyları. Ve bu cüce çoğunlukla anayasayı filân değiştirmeyi başarırsa, yuh olsun derim."

Atakan'ın yazısı giderek açılıyordu. Demokratik sistemimiz, seçim sistemimizin iflas etmesi sonucunda çökmüş olduğundan, hükümetin meşruiyeti bile tartışmalıydı.

Atakan, bu konularda çok düşünüp taşındığını ve "son gelişmelerden sonra sesini çıkartmadan oturmanın" artık "vatan hainliği" olacağını belirtiyordu.

İşte zaten bu önemli yazıyı da, bu tehlikeden uzak kalabilmek için yazıyordu... "Tayyip hükümeti"nin anayasayı değiştirebilecek noktaya gelebilmesi "tam bir demokrasi felaketi"ydi.

Peki, Atakan'ın söylediklerine inanacak olursak, bu durumda kurtuluş nereden, kimden beklenmeliydi?

Atakan, bu "felaketi" önleyebilecek tek adres olarak Cumhurbaşkanlığını gösteriyordu. Cumhurbaşkanı, yapılacak her anayasa değişikliğini halkoylamasına götürerek ülkeyi kurtarabilirdi.

İşte böyle... Bir pazar günü keyfi ancak bu kadar tacize uğrayabilir!

Atakan'ın özellikle yayımlandığı gün açısından fevkalade "münasebetsiz" kaçan yazısını okuyup bitirdiğimizde, gözümüze bir başka gazetede "66 DYP'linin Meclis hayali" başlığı ilişti. Hani şu, DEHAP dolayısıyla Yüksek Seçim Kurulu'na bağlanan umutlar meselesi...

Şimdi diyoruz ki, oldu olacak, Atakan tezlerini önümüzdeki pazar yazısına işin içine bu umudu/hayali de katarak daha da geliştirebilir...

Her neyse de, anlaşılan o ki "Pazar ekleri"nin bile tadı kalmadı...

Yahu yapmayın... Okurun hiç değilse tatil günlerinde asabını bu kadar bozmayın! (K.B.)


MAHRUM KALMAYIN...

Kemal Yavuz, "Sn. Hasan Cemal"e sesleniyor

"Üst üste gelen olaylar karşısında, söyleyecek "Fikir"i kalmayan "Mütareke Basını", "Zikir"e başlayarak "Ağzını bozuyor". Sn. Hasan Cemal (Milliyet: 20 Ağustos) ülkesinin birliğini ve bütünlüğünü savunan, Atatürk ilke ve inkılaplarına inanmış kişilere "Angut" diyor. Ben bu kelimenin anlamını "Türkçe" lugatlarda bulamadım. "Argo" lugatı ise kullanmıyorum. Buna karşılık, birisi çıkıp da, "Angut senin babandır" derse çok üzülürüm. Zira büyük haksızlık etmiş olur. Çünkü, Sn. Cemal'in babası da, dedesi de, kendisini vatanına ve milletine adamış, gerçekten 'adam gibi' adamlardı. Fakat Sn. Cemal hâlâ, "Ne olduğuna" karar veremedi. Yazık."
(Kemal Yavuz, Akşam, 24 Ağustos)

Ama dikkat edin! Kemal Yavuz, okuduğumuz bütün bu satırlara rağmen "angut"un anlamını bilmiyor!.. Çünkü "Argo lugatı" kullanmıyor... (K.B.)

Şimdi de işin "bilimsel" yanı!

Cumhuriyet'ten İlhan Selçuk'un "Kafalar Karışık Sorun Saydam..." başlıklı yazısından:

"Atatürk 1923'te Cumhuriyet'i kurdu. 1924'te hilafeti kaldırıp dinci devlete son verdi. (...) Batı demokrasilerinde yüzlerce yıl süren savaşımla ve değişimle ulaşılan demokratik hakları alfabesiz bir tarım toplumunda gerçekleştirdi.

Bu iş aşağıdan yukarı genel seçimle olmadı.. Yukardan aşağıya gerçekleşti..

Peki, 'Yapılan eylem demokratik mi, değil mi' sorusuna nasıl yanıt vereceğiz?..

İşte bunun adına bal gibi 'demokratik devrim' denir; deyim bilimseldir."

Hatırlamışsınızdır muhakkak, anlatılan çok eski bir hikaye...

Hani şu "demokratik" olmayan "demokratik devrim" hikayesi... Ama olsun, "bilimsel" ya, daha ne istiyorsunuz... (K.B.)


26 Ağustos 2003
Salı
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED