AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ
Albaraka Türk

K R O N İ K  M E D Y A
'Hortum' haberleri, kamuoyunun konuya ilgisini artırıyor mu?

Başlıkta sorduğumuz soru ilk bakışta "münasebetsiz" gelebilir size ama acele etmeyin... "Yağmur halinde enformasyon"un, ona maruz kalanlarda "duyarlılık"tan çok "konudan kaçma"ya yol açtığına ilişkin onca araştırma ortada dururken, bu soruyu sormak gayet meşru...

İletişim kuramcısı Neil Postman, "Televizyon: Öldüren Eğlence" adlı kitabında, "gelecek tasarımları" karamsar olan iki düşünür-romancıyı (Orwell ve Huxley) karşılaştırır ve günümüz dünyasının Orwell'i değil, Huxley'i haklı çıkardığını söyler...

Neydi iki romancı arasındaki temel fark? Orwell, gelecekte toplumların "yasaklar ve enformasyonsuz bırakma" marifetiyle denetim altında tutulacağına inanıyordu... Huxley ise "Bizi pasifliğe sürükleyecek kadar enformasyon yağmuruna tutacak olanlar"dan korkuyordu.

Postman, şöyle özetler durumu: "Orwell hakikatin bizden gizlenmesinden, Huxley hakikatin umursamazlık denizinde boğulmasından korkuyordu..."

TELEVİZYONA BAĞLANAN ÜMİTLER

Televizyonun toplum hayatına girdiği ilk yıllarda ona bağlanan ümitlerle, bu kitle iletişim aracının günümüzde başarabildiklerini kıyaslamak, Postman'ın tespitinin ne kadar haklı olduğunu göstermeye yetebilir...

Şöyle düşünülüyordu başlangıçta: Artık televizyon sayesinde dünyanın en uzak yörelerinde gerçekleşen haksız uygulamalar bile tek tek odalarımıza taşınacak, böylece oluşacak uluslararası kamuoyu tepkisi sayesinde bu tür haksızlıkları gerçekleştirenler eskisi gibi rahat hareket edemeyecekler...

Bu iyimser yaklaşım, "Yağmur halinde gelen enformasyonla ona 'maruz kalan' insan arasındaki ilişkinin doğasından bîhaber olmaktan" kaynaklanıyordu...

Ortaya çıkması zaman gerektiren ve ancak 1990'larden itibaren teorileştirilebilen bu "doğa", başlangıçta düşünülenin tam tersi bir tarzda işliyordu... Buna göre, ne kadar "acı" olursa olsun, insanlar tekrar tekrar izledikleri olaylar karşısında bir süre sonra "sıkılmaya" başlıyorlar, o olaya karşı ilgilerini yavaş yavaş kaybediyorlardı... Sözünü ettiğimiz olay hele bir de anlaşılması ve izlemesi zor, çaba isteyen bir şeyse, kopuş daha da hızlı gerçekleşiyordu...

SUSURLUK'TAKİ HABER BOMBARDIMANI

1996 Kasım'ında Susurluk'taki kazayla birlikte ortaya çıkan "hesap sorma ve arınma" talebinin bir süre sonra tavsamasının nedenlerinden biri de buydu kuşkusuz. Öylesine yoğun bir haber bombardımanı altında kalmıştı ki okur, bir süre sonra yavaş yavaş ilgisini kaybetmeye başladı. Üstelik konu karmaşıktı, izlemek için çaba sarf etmek gerekiyordu ve gene üstelik, "tepe"de meselenin üstüne gitme yönünde samimi bir çaba gözlenmiyordu... Sonrasını biliyorsunuz: Okurların, gazetelerde bu tür haberler gördükçe sayfaları çevirmeleri bir oluyordu...

Susurluk konusunda bir-bir buçuk yıl boyunca gazetelere yağan (ve rekabet nedeniyle gazetelerin bunların tamamını kullandığı) doğru-yanlış haberleri düşünürsek, bu haberleri gazetelere pompalayan odakların, "yağmur halinde gelen enformasyon" karşısında insanların nasıl bir tepki gösterdiğini bildiklerini bile varsayabiliriz...

... VE 'HORTUM' HABERLERİ

Konuyu günümüzdeki "hortum haberleri"ne bağlayabiliriz artık...

Başta 'Uzan'lar olmak üzere her gün gazetelerde çok çeşitli "hortum" haberleri geçit resmi yapıyor... Şu kamu bankası şu yıllar arasında hangi mekanizmalarla soyuldu, toplam "hortum miktarı ne kadar? Şu grup, bu bankadan ne kadar kredi aldı ve üstüne yattı? "Anayasa fırlatma"dan sonra iki gün içinde hangi bankalar ucuz döviz aldı?

Bu liste, akla gelmeyecek ayrıntılarla böyle sürüp gidiyor... İlk bakışta, bu haberlerin "hortumculuğa karşı" duyarlılığı artırdığı, en azından varolan seviyesinde "canlı" tuttuğu gibi bir izlenime kapılmak gayet normal. Fakat yukarıdan beri söylediğimiz nedenlerle, aslında tam tersi bir sonuç doğuruyorlar... Üstelik anlaşılması-izlemesi son derece zor bir konuyla karşı karşıyayız ve üstelik "hesap sorulacağı"na dair ümitler, burada tekrar etmemize gerek olmayan nedenlerden dolayı giderek azalıyor...

Son olarak Adalet Bakanı Cemil Çiçek'in son günlerde manşetlere tırmanan yargı-bürokrasi eleştirilerinin bu süreci hızlandırdığını belirtelim... Zaten sonuç alınamayacağına ilişkin inanç yayılırken "iktidar"dan gelen bu sızlanma sesleri, bu inancı büyütmekten başka bir sonuca yol açmıyor. Halbuki, bu çıkışları manşetlere taşıyan meslektaşlarımız, tıpkı ulaştıkları her "hortum" haberini yayımlarken düşündükleri gibi, kamuoyunun konuya olan duyarlılığının daha da artacağını düşünüyorlar...

"Yağmur halinde enformasyon"un "duyarlılık"tan çok "konudan kopuş"a yol açtığını kitaplardan olmasa bile "topraktan, hayattan" öğrenen bir kısım hortumcu, gazetelerdeki haberleri gördükçe "daha fazla hortum haberi" diye tempo tutuyor mudur acaba? (A.G.)


Sayın Donat, bakın 'Sayın Donat'sız daha güzel oluyor...

Geçtiğimiz hafta bu sayfada, okurların kendilerine yolladığı mektupları "üstadım" vb. hitap sözcükleriyle birlikte aktaran köşe yazarı tavrını problemli bulduğumuzu belirtmiştik...

Benzer bir "biçim-üslup" sorununu Sabah yazarı Yavuz Donat'ın söyleşilerinde görüyoruz... Donat, soru sorduğu kişilerin cevaplarının başında kullandıkları "Yavuz Bey, Sayın Donat" gibi hitap sözcüklerini kesmiyor, olduğu gibi aktarıyor söyleşiye. Böylece ortaya şu tür soru-cevaplar çıkıyor (Yavuz Donat'ın Adalet Bakanı Cemil Çiçek'le yaptığı söyleşiden, 25 Ağustos):

- Sayın Cemil Çiçek. Kaldırın artık şu dokunulmazlıkları.

- Sayın Donat. Ben de aynı şeyi söylüyorum. Bir düzenleme yapalım.

- Sayın Adalet Bakanı. Türkiye ayrıcalıklar ülkesi derken, herkesin ayrıcalığına dokunmaktan bahsederken, kastınız neydi?

- Sayın Donat. Kimse bulunduğu makamdan dolayı ayrı muameleye tâbi tutulmasın. Herkes hesabını yargıya versin.

- Sayın Bakan... Nasıl bir düzenleme yapıyorsunuz?

- Sayın Donat. Adliyelerin halini çok iyi biliyorum...

- Sizce Türkiye'nin çıkarı nerede?

- Sayın Donat. Geçenlerde Ayvalık'taydım. Az ileride Midilli adası...

Böyle gidiyor işte... Tesadüf, Yavuz Donat ertesi gün de (26 Ağustos) bir başka bakanla, İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu'yla görüşmüş... Dikkatimizi çekti, bu uzun söyleşide hiç "Yavuz Bey, Sayın Donat" gibi sözcükler yoktu.

İki ihtimal var: Ya Yavuz Donat da fark etti bir yılı aşkın bir süredir sürdürdüğü uygulamanın tuhaflığını... Ya da İçişleri Bakanı hiç kullanmadı bu sözükleri (yani uygulama sürecek).

Biz tabii birinci ihtimalin geçerli olmasını diliyoruz... Değilse, Yavuz Donat'tan rica ediyoruz: Sayın Donat, hazır üst üste geldi bu iki söyeşi, lütfen ikisini yan yana koyup karşılaştırın. Söyleyin, şu "Sayın Donat"lar sizi de rahatsız etmiyor mu? (A.G.)


Manşete taşıdığına göre ciddiye mi alıyor?

"Meclis aritmetiği" denilen şey, 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra ülkenin uzun zamandır karşılaşmadığı bir şekle büründü. yani işin Türkçe'si, AKP'nin milletvekili sayısı son katılımlarla birlikte Anayasa'yı tek başına değiştirebilecek bir çoğunluğa ulaştı. Yıllardır işlerin üçlü beşli koalisyonlarla yürütüldüğü ülke için bu bir yenilik.

Ama bu "yenilik" bazıları için büyük bir "dert" aynı zamanda. "Erken seçim" umudu yok; AKP'nin bölünerek yeni partiler doğurması umudu yok; "genç subaylar" umudu da artık yok!

O halde acaba neler yapmak, ya da daha doğrusu "hukuk" çerçevesi dışına çıkmadan nasıl bir çözüm icat etmeli?!

Vatan'ın (26 Ağustos) manşete taşıdığı "proce" tam da bu tür arayışları hatırlatıyor. Gazete "Ankara'da 11 Eylül telaşı" diyor. Tamam, gazete muhtemel gelişmeleri sıralamış ama konuyu manteşe taşıdığına göre belli ki o kadar hafife de almıyor.

Peki nedir bu "11 Eylül telaşı"? Ne olacak; Yargıtay 11 Eylül'de DEHAP'ın yöneticilerine verilen cezayı onaylar, Yüksek Seçim Kurulu da buna dayanarak DEHAP oylarını iptal ederse, Çiller başta olmak üzere 66 DYP milletvekili doğru Meclis'e!

Vatan söz konusu manşeti atarken, Vatan yazarı Okay Gönensin de "Çiller'in dönüşü mü?" başlıklı yazısında (hem de bu bunaltıcı günlerde üşenmeden!) 66 DYP milletvekilinin Meclis'e girmesi durumundan neler olup biteceğini sıralamış. Gönensin, bu "yanlış hesap"ın işleyebileceğine ihtimal de veriyor: "Türkiye sürprizler ülkesidir. Her şeyin yolunda gittiğinin sanıldığı bir anda öyle bir şey çıkar ki, her şey teryüz oluverir."

Ne dersiniz, bu hesap tutar mı? Siz ne düşünüyorsunuz bilemeyiz ama bizim düşüncemiz şöyle: Türkiye bir "Hukuk Devleti" olarak çok şey görmüş, geriye görülmedik bir bu kalmıştı! Bir de bunu görürse yani, o zaman siz seyredin gümbürtüyü..

İşin aslına bakacak olursak, ortada "telaş" filan yol tabii. Bakın Radikal'in seçim işleriyle özellikle ilgili yazarı Tarhan Erdem ne diyor:

"Yargıtay DEHAP'ın seçimlere girmemesi gerektiği yolunda bir karar verirse, YSK'nın yapacağı bir işlem yoktur. Böyle bir karar üzerine, seçimlerin ilan edilen sonuçlarının, milli iradeyi yansıtmadığı konusu kamuoyunda genel kabul görürse, konu siyasal özellik kazanacak, siyasal durumu Meclis değerlendirecek, sonuçta 'seçimlerin yenilenmesine' karar verecek veya vermeyecektir. Konu karmaşık değil sadedir."

Aslında konunun "sade" olduğunun Vatan gazetesi de tabiî ki farkında. Peki o zaman bu manşet niçin?

Niçin olacak "Maksat telaş olsun!" (K.B)


27 Ağustos 2003
Çarşamba
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED