AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
Güzel hasletlerin peşinde

Allah Rasûlü'nü ve sahâbîleri, ârifleri, âlimleri, zâhidleri, hak yolunda gerçek mücahidleri yakından tanımak, onların dünyasına uzanmak, onların bitmez tükenmez hazinesini karıştırmak gerçekten gönle manevî ferahlık, içimize tatlı bir huzur veriyor.

  • DR. ŞERAFETTİN KALAY / ARAŞTIRMACI-YAZAR
    İnsanların hak ve hakikatten uzaklaştırılmaya, hayr ve şer ölçülerinin değiştirilmeye çalışıldığı, hayata çöken mânevi sis ve dumanların, görüntülere netliğini kaybettirdiği bir dönemde, kendimizi yeniden toparlamak, derin nefesler alarak ciğer köşelerimizde kalan kirli havaları atmak, damarlarımızda yürüyen kanları ve hücrelerimizi oksijene doyurmak, gözümüzü, gönlümüzü, zihnimizi dinlendirmek ve canlandırmak ihtiyacındayız.

    Nasıl ki hayatın yorgunluğunu üzerimizden atmak, hep aynı ortamda bulunmanın ve tekrar edip duran davranışların getirdiği bıkkınlığı dağıtmak için kırlara, yeşilliklere çıkma, geniş ufukların kuşattığı ferah dünyaya açılma ihtiyacı duyuyorsak, yozlaşmış, manevî güzelliklerini kaybetmiş bir ortamın sıkıntılarını, getirdiği bıkkınlığı, şevk kırıklığına atmak için de mânevî huzur, gönül ferahlığı veren, azm ve şevk tazeleyen ufuklara ihtiyaç var.

    Allah Rasûlü'nü ve O'nun yoluna gönül veren aziz ve fedakâr sahâbîleri, ârifleri, âlimleri, zâhidleri, hak yolunda gerçek mücahidleri yakından tanımak, onların dünyasına uzanmak, duygularını, düşüncelerini paylaşmak, onların tefekkür denizlerinde yüzerek haz almak, onların bitmez tükenmez hazinesini karıştırmak gerçekten gönle manevî ferahlık, içimize tatlı bir huzur veriyor. En az kırlara, yaylalara çıkmak, engin denizlere açılmak kadar, belki çok daha fazla buna ihtiyacımız var. Onlardan öğreneceklerimiz ise kelimelere sığmayacak kadar çok..

    Bir cemiyette gelişmesi, yerleşmesi gereken güzel hasletler vardır: İlim-irfan sevgisi, öğrenme merakı, öğrenilenleri amele dökme samimiyeti, arayıp doğruyu bulma arzusu, hatayı kabul edip doğruya yönelme irâde ve dürüstlüğü, sağlam karakterlilik, cesâret, alçak gönülülük, güler yüzlülük, tatlı sözlülük, sıkıntıları göğüsleme metâneti... Bunlar, üzerinde titrenilmesi gereken hasletlerden bir demettir.

    Onların kaybedildiğini, yıpratıldığını görmek, beden yorgunluğundan daha ağır, daha ezici daha esef vericidir. Basit dünyalık kayıpların peşine düşenlerin, bu hasletlerin peşine düşmeyişi, kaybına aldırmayışı da ayrı bir esef kaynağıdır.

    Onları, geliştirmek, canlandırmak, yaygınlaştırmak ve sağlam bir nesil yetiştirmek, bütün imkanları bu yönde seferber etmek varken, dehşet ve ürperti ile çirkef ve rezalet pazarlayan zihniyetlerin paralanırcasına gayretini görüyoruz.

    Zaman zaman düşünüyoruz: Acaba bu hasletler, yıllar ötesiinde kalmış, dönüp bir daha bakılmaması gereken, geriye dönüş ifade eden şeyler mi? Eğer bunlar eskilerde kalmalıysa, yeni nesil nasıl hasletlerle yetişiyor? Bu gayretlerin neticesinde nasıl bir topluluk haline getirilmek isteniyorduk, ne hale geldik? Nereye gidiyoruz?...

    Ülkemizde yaşananlar; sokakları, caddeleri, ekranları dolduran, gözlerimiz önünden akıp geçen manzaralar, kulağımıza dolan sesler, niye güzel değil... Veya içinde güzel olanları niçin az, niçin cılız!?

    Yoksa bizim güzellik anlayışımızda mı bir terslik var? Ya da toplum olarak büyük bir mânevî örselenmeye mi uğradık? Bir hayat muhasebesine oturup; "nereden gelip, nereye gidiyoruz?" ve "bu gidiş doğru bir gidiş mi?" diye hiç düşünüyor muyuz? Niçin içimizde yorgunluk, gönlümüzde şevksizlik hissetmeye başladık? Niçin neşe içinde umutlarla dolu olarak bir güne başlayamıyoruz, "Rabbimize hamd olsun" diyerek günü bitiremiyoruz? Neden sabahın tazeliğini, gönül ferahlığını duyamıyor, kuşların cıvıltısından haz alamıyor, akşam yuvamıza dönüşü, âilece kaynaşmanın sevincini doya doya yaşayamıyoruz?..

    Şüphesiz bu sorular uzar gider. Ancak, çevremizde olup-bitenleri takip ettiğimizde her yönüyle, "ben burdayım!" diye bağıran bir gerçek var: Bu hasletlerin silinip yok edilmesi, yerini çılgınca birhayatın getirilmesini isteyenler ve bunun için her imkanı kullanan, her fırsatı kollayanlar var. Sürüklenmek istediğimiz bu hayatın arka perdesinde çok şeyler var. Kendimize sorduğumuz tersine sorular bu gerçeği örtmüyor mu. Çünkü korunan bir terslik var...

    Yalnız bütün bunların üstesinde de bir gerçek var:

    "İman edenler arasında çirkin ve çirkef şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için, hem dünya hayatında hem de âhirette çok acı ve ızdırap verici bir azap var..." (Nûr, 24/19)

    Yüreği bu türlü dertleri hissetmeye hassas olanlar, omuz omuza vermesini bilmeli, yeniden azm ve şevkle ileri atılmalıdır. Bu ümmet çok daha zor badirelerden geçti, bu günleri de atlatacaktır. Bir an evvel kayıplar tesbit edilmeli, zayıf düşenler güçlendirilip ayağa kaldırılmalı, unutulan değerler yeniden hatırlanmalıdır. Bunun için ciddî bir eğitim ortamı oluşturulmalıdır. Boşa geçen her gün kayıptır ve kayıp günlere tahammül kalmamıştır. Yeniden güzel filizler vermek için baharın tazeliğini ve şevkini yeniden yaşamak gerekir.

    Kendinizi bahara hazırlayın!..


    Yanlış hesap Bağdat'tan döner

  • DR. VECDİ YAZGAN / YAZAR
    Şüphesiz bu söz ABD tarihinden daha eski olmalı. Ama herhalde onlar sözü bu haliyle bilmiyorlar. Muhtemelen günün birinde iyice öğrenirler.

    Bütün dünyada enformasyon tekeli kurmaya çalışan ABD, burnumuzun dibinde bunu başarıyla gerçekleştiriyor.

    Sanki koskoca bir ekranda "kovboy filmi" izliyor gibiyiz. Yirmi milyon Iraklı aç, ilaçsız, susuz, perişan halde ama onları gören, duyan yok...

    Ortada Iraklı yok... Yirmi milyon çoluk çocuk, yaşlı, genç Iraklı'nın akıbetini kimse bilmiyor. Televizyonlarda bir avuç İngiliz, ABD işgal askeri boy gösteriyor. Ellerinde silahları. Rambo kılıklı. Arka planda ufak tefek birkaç Iraklı figüran. Onlar da dekoru tamamlamak için yerleştirilmiş.

    İşgalin başladığı günden beri "Kaç adet Amerikan askeri" ölmüş? Bunu her gün ezberliyoruz. Ama kaç Iraklı'nın öldüğünü kimseler bilmiyor.

    Ne olmuş yani birkaç "on bin" Iraklı ölmüşse! Kimse merak etmiyor...

    Bari kaç çukura gömdüğünüzü söyleyin. Onu da demezler...

    Şimdi ABD'ye yeni figüranlar lazımmış. Zaten bütün dert, bütün mesele burada. Bu da olmasa nemize gerek "Eski Osmanlı toprakları."

    ABD elindeki malzemeyi kaybettikçe Birleşmiş Milletler'e yanaşmaya çalışıyor.

    Yanlış hesap Bağdat'ta çatırdamaya başlıyor. Yanlış hesap şimdi kaçacak yer arıyor...

    Öncelikle şu soruya cevap aramalıyız. ABD'nin Irak'ta oluşturmaya çalıştığı yeni rejim nedir?

    İşbirlikçiliğe dayalı, rüşvete dayalı, namert silah kullanmaya dayalı, post modern emperyalizm. Yani ABD çatısı altında, bilinen İngiliz emperyalizmi ile Yahudi çıkarcılığının sentezi ile oluşan "yeni dünya versiyonu."

    Yirminci yüzyıl başlarında deneme yayınlarına başlayan ancak Mustafa Kemal'den Anadolu topraklarında eşsiz bir tokat yiyen azgın emperyalizm...

    Şimdi yıllar sonra Türkiye'nin burnunun dibinde hortlamaya çalışıyor. Bu seferki daha da namert...

    Savaştan önce Sayın Başkan, Saddam'ın kendilerini onbeş bin kilometre öteden tehdit ettiğini söylüyordu. Ne oldu?

    "Cebren ve hile ile" ülkenin bütün kalelerini zaptettiler. Hem de ne hile... Topçu ateşi yerine kirli rüşvet ile desteklenmiş aşağılık işbirlikçileri kullanarak.

    Tarih böylece savaşın yeni bir modeline şahitlik etmiş oldu. Şimdiye kadar rastlanmamış ölçüde kirli ve namert bir modeline...

    Şimdi böylesine bir pisliğe dünyayı da bulaştırmaya çalışıyorlar. Asıl hedef Müslüman ülkeler...

    Yanlış hesap Bağdat'tan döner... Bu sözü bizler biliyoruz. Ama ABD bilmiyor. Onun bilmediği yanlış hesaba iyi bir örnek verelim:

    Şimdi, savaşın bu aşamasında çok gelişmiş medya tarafından ortalarda hiç gösterilmeyen milyonlarca Iraklı gencin doğal olarak ne yapması gerekir? Onlar doğal olarak "Anadolu direnişinden" etkilenmiş olamazlar mı? "Memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olsa bile" bir Iraklı'nın ne yapması gerekir? Bunun cevabını bizler çok iyi biliyoruz da Irak halkı aynı metodu uygulayamaz mı?

    "Anadolu direnişinin" komşularımıza yayılması bizim gücümüzü ve başarımızı artırmaz mı?

    Hatta bazı bizimkiler "Ne diyorsunuz kardeşim, ABD çok güçlü, onunla dalaşmaya gelmez!" demiş olsa bile onlar bunu elbette duyamazlar. Bunun yerine "İstiklal ve cumhuriyetlerine kastedecek düşman bütün dünyada emsali görülmüş bir galibiyetin mümessili olabilir..." diye hitap eden komşu ülkenin kurucu liderine inanabilirler.

    Ve doğal olarak memleketlerine giren düşmanı "denize dökünceye kadar" ardından kovalayabilirler. Bu onların en tabii haklarıdır.

    Önceki yıllarda öteki komşumuz İran'da rejim değişikliği olduğunda "laiklik tehdit altında" diye ayağa kalkan Kemalistler nerede?

    Onlar Irak'ta sürdürülen Anti-Kemalist faaliyete ne diye ses çıkarmıyorlar? Efendiler, Irak'ta olan biteni iyi izleyin...

    ABD Irak'ta sürdürdüğü faaliyetleri ve rejim değişikliğini doğal olarak çevre ülkelere yaymak isteyecektir. Irak'a Türk askerini çekmeye çalışmaları korktukları Kemalist direnişi kendi elimizle orada kırdırmaya çalışmaktır.

    Müneccim olmaya gerek yok. Yanlış hesap Bağdat'tan nasıl olsa dönecektir, hatta arkasına bakmadan kaçacaktır...

    Türk askeri oraya "onun bunun" gücünü teyit etmek için değil gerekirse "Ölürsem şehit, kalırsam gazi" anlayışı ile gidebilir...

    Bugün için bizlere düşen görev savaşın bu ahlaksız versiyonunu deşifre etmek, kirli para ile beslenen işbirlikçilik teşvikine karşı ahlaki ve eğitsel tedbirler almak ve komşumuzda "Sütçü İmamlar ve Nene Hatunlar'ın" yetişmesi için Allah'a dua etmektir. Tarih bizden bunu bekliyor...

    Onlar da zor günlerimizde herhalde, en azından böyle davranmışlardı...


    Karşı edebiyat

  • AHMET SAİT AKÇAY / YAZAR
    1950'li yıllarda başlayan köy edebiyatçılığı, ideolojik romanların yayımlanmasıyla İslami kesime ve bu hassasiyeti sahiplenen tiplere yöneltilen olumsuz suçlamalar, komikleştirmeler 70'li yılların başlarında tepki almaya başladı. Köy romanlarının tipik unsurlarını içinde barındırarak halkı bu olumsuz diye lanse edilen imamlara, Müslüman kişilere karşı olan teveccühünü vermeye çalışarak bir anlamda karşı edebiyat oluşturma gayretine girdiler. Tamamen popüler bir amaç güden bu romanların hedefi halkı hidayete çağırmaktı. Bir anlamda köy romanlarındaki ideoloji bu romanlarda yerini İslamcı söyleme bırakıyordu. Köy romanlarına olan tepki, belki direkt olarak hissedilmedi, çünkü o romanlarda sol ideolojiyle bir hesaplaşma yok, bir iki romanda bu tip bir düşünsel tartışmaya rastlarız. Bir tavır olarak karşı duruş var. Burada şunu zikretmek lazım; direkt tipler üzerinden değil de düşünsel bazda bir var olma kavgasını yansıtıyor bu romanlar. Karşı edebiyat olarak adlandırdığım bu değişimin öncüleri: Şule Yüksel Şenler, Hüseyin Karatay ve Hekimoğlu İsmail'dir. Huzur Sokağı, Kıbrıslı ve Minyeli Abdullah romanları dönemin en çok satanları. Popüler olmaları getirdikleri yeni heyecanlarla açıklanabilir. Yeni yeni filizlenmeye başlayan okuma faaliyeti bu tipten romanlar üzerinde yoğunlaştı. Şule Yüksel Şenler'le beraber cumhuriyet tarihinde hep hor görülen bir Müslüman kadın yazar olarak sahneye çıkmıştı. Huzur Sokağı, yeşil diziler için bir hareket noktasını oluşturdu. İdealize edilen hayatlar, yüceltilen aşklar ve karikatürize edilen tipler. Köy edebiyatında gördüğümüz düzenli, beyefendi öğretmenler bu romanlarda yakışıklı Müslüman gençler olmakta. Kuvvetli, istikrarlı, güçlü, tabir caizse 'mücahit' tipler. Kıbrıslı ve Minyeli Abdullah romanlarını bu bağlamda okuyabiliriz. Derinliğin hiç olmaması, bu yazarların pek umursadığı bir şey değil; karşı tepki olarak üretilen bu edebiyatın temel maksadı, okuyanın hayatını değiştirmek. Hayatın temel problematiğini atlayarak belirleyiciliği kişinin klişeleşmiş sözlerine bırakan, olayları ardına ardına gelişigüzel perdeye yansıtan, istediği zaman müdahale edip bir hayat oyunu kuran yazarların bir anlamda tanrı-yazar misyonu yüklenmelerini neyle açıklayacağız acaba? Anlatıcılar ve yazarlar ve erkeklerin rolleri ortak. Kadınların imajlarının ne kadar erkek eliyle çizildiği hemen belli oluyor; anlatıcılar kadınlara kimlik biçerek egemen erkin sözcülüğünü yapmaktan geri durmuyorlar. Yazar bir İslam fakihidir romanda. İslam bir doğru/yanlış ve helal/haram gibi keskin bir cetveldi. Önüne gelen fetva soruyor ya da fetva veriyordu. Toplumun mevcut konumu pek önemli değildi, Hindistan'da verilen bir fetva Türkiye'de uygulanmalıydı. Oysa fıkhı toplumun kendisi doğuruyordu, bu inceliği anlamayan ya da anlamak istemeyen dönemin hakim İslam algısı hayatı siyah beyaz bir kare gibi dayatıyordu. Bu tipik özellik bu romanların da en belirgin karakteristiğidir.




  • 30 Ağustos 2003
    Cumartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    AboneFormu
    MesajFormu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Karikatür | Çocuk
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED