AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
Kargayıla bülbülü bir kafese koysalar

Bir sözden kastedileni anlamak, sözün unsurlarını kavramayı zorunlu kılar. Çünkü unsurlarını tanımadığımız bir cümlenin dile getirdiği yargıyı olumlu ya da olumsuz olarak tasdik edemeyiz. Edebilmemiz için önce yargının konusunu ve yüklemini bilmek, sonra bu iki unsur arasındaki nisbetin varlığını ve yokluğuna delâlet eden yargı bağlacını açıkça görmeye ihtiyaç duyarız. Sözgelimi "Bu şudur" cümlesinde geçen 'bu' ile 'şu'nun ne olduğunu bilmiyorsak bu'nun 'şu' olduğu yargısını nasıl kabul ve red edebiliriz? Kabul veya reddetmeden evvel hem bu'yu ve şu'yu tanımalı, hem de 'bu' ile 'şu' arasındaki nisbetin var olup olmadığı konusunda bir kanaate sahip olmalıyız ki cümlede dile gelen yargıyı kabul veya reddedebilelim.

Tek tek sözcüklere ilişkin yargıda bulunamayız; yani tek başına 'bu' veya 'şu' hakkında ne olumlu, ne de olumsuz birşey söyleyebiliriz. Söyleyemeyiz, zira tek tek kavramlarda nisbet bulunmaz. Aynı durum tamlamalar için de geçerlidir. Sıfat tamlamaları hakkında da, isim tamlamaları hakkında da olumlama ve olumsuzlamada bulunulamaz. Meselâ "uzun kalem" şeklindeki bir sıfat tamlaması veya "kalemin uzunu" şeklindeki bir isim tamlaması ne doğru, ne yanlıştır. Tek tek sözcüklerde nisbetin bulunmadığı açık. Çünkü nisbet iki sözcük veya iki şey arasında bulunur.

Tamlamalar en az iki sözcükten oluştuğuna göre, tamlamalarda nisbetin olması gerekmez mi?

Gerekir. Ancak bu nisbet tam değil, eksiktir. Nisbetin eksik olması muhatabın yargıda bulunmasını, doğru veya yanlış demesini imkânsız hâle getirir. Yukarıdaki örneğimize dönecek olursak, "uzun kalem" tamlaması —her tamlamada olduğu gibi bu tamlamada da nisbet eksik olduğundan— ne doğrudur, ne de yanlış. Muhataba düşen susmak ve sözün devamını beklemektir.

Hal böyle olunca kabul veya reddin tam nisbetlere taalluk etmesi gerekir; yani önce ortada bir cümle (önerme) olmalı ki muhatab bu cümleye doğru veya yanlış diyebilsin. Cümle yoksa kabul veya red sözkonusu olamaz.

Peki cümlenin (nisbetin tam) olması yeterli mi?

Ne yazık ki yeterli değil. Çünkü nisbetler tam olduğunda da yargı ortaya çıkmayabilir. Mesela emir, nehiy, soru, temenni cümlelerinde nisbet tamdır. Adı üstünde, bizler zaten soru cümlesi, emir cümlesi, temenni cümlesi demiyor muyuz? Diyoruz ve bu cümlelerde nisbetin tam olduğunu kabul ediyoruz, ancak yine bu cümleler hakkında ne olumlu, ne de olumsuz bir yargıda bulunamıyoruz. Çünkü bu tür sözlerin sonuna 'nokta' koyamıyoruz, bu sözleri noktalayamıyoruz. Mesela "Bir ekmek verir misiniz?" diyoruz ve fakat cümlemkizi 'nokta' ile değil, "soru işareti" ile sonlandırıyoruz. Daha doğrusu bir türlü sonlandırmayı beceremiyoruz. "Ah bir arabam olsa!" diyoruz ve fakat yine 'nokta' koyamıyoruz, sadece "ünlem işareti" koymakla yetiniyoruz. Ne garip değil mi noktalanmamış hiçbir cümle doğruluk veya yanlışlıkla nitelenemiyor, ünlem, virgül veya soru işareti bir cümlenin sonuna konduğunda o cümledeki nisbetin tam olduğunu göstermekle birlikte muhatabın konuşmasına izin vermiyor, sadece anlamasını veya düşünmesini kapı açıyor, o kadar.

Alimlerimiz eskiden tam nisbetleri ayırırken bunları nisbet-i tamme-i haberiye ve nisbet-i tamme-i inşaiye şeklinde ikiye ayırıp ilkine kelâm-ı ihbarî (indikativ), ikincisine kelâm-ı inşaî (konjuktiv) adını vermişler ve yargıların sadece kelâm-ı ihbarîde bulunduğunu söylemeyi de ihmal etmemişler. (Bu tür cümlelerin de istisnaları olduğunu, mesela "gelecek zaman" bildiren haber cümlelerinin de muhatabı yargıya davet etmediğine işaret edelim.)

Bu uzun ve sıkıcı açıklamalardan sonra eğer hâlâ kalmışsa dikkatimizi Yunus'un şu dizelerine çevirelim:

Kargayıla bülbülü bir kafese koysalar
Birbiri sohbetinden dâim melûl değil mi?
Öyle kim karga diler bülbülden ayrılmağı
Bülbülün de maksûdu billahi şol değil mi?

Karga ile bülbülün aynı kafese kondukları ve böylelikle konşu oldukları halde bile bir türlü konuşamamalarının nedeni ne ola ki? Hem karşı karşıya konuyorlar ve tabiatıyla konşu oluyorlar ve fakat bir türlü konuşamıyorlar. Kon-uş-mak sözcüğü isteşlik bildirir ve iki kişinin karşı karşıya konması anlamına gelir. Nitekim 'komşu' sözcüğü de konşu'dan bozmadır. Zamanla bu sözcük aynı mahalde, aynı mekânda, aynı yerde bulunmaktan hareketle 'söyleşmek' anlamını kazanmıştır. Dolayısıyla karga ile bülbül aynı yerde —mekân itibariyle— konuşuyorlar ve bir süreliğine de olsa konşu olmayı başarıyorlar ama 'söyleşmek' anlamında konuşmayı aslâ beceremiyorlar. Niçin? Evet, niçin bu konşular konuşamıyorlar?

Sizi tereddütte bırakmadan hemen cevaplayayım: Kargalar kelâm-ı ihbarî ile, bülbüller kelâm-ı inşaî ile konuşabilecekleri konşular aradıkları için! Daha açıkçası, kargalar bilimi, bülbüller sanatı temsil ettikleri için.

Bilimle sanatın konşu olamaması, aralarında konuşabilmelerini mümkün kılacak bir dilin mevcud olmamasından kaynaklanıyor. Çünkü:

Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi
Dilsiz kulaksız sözü can gerek anlayası


28 Aralık 2003
Pazar
 
DÜCANE CÜNDİOĞLU


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED