AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
Adı Salih, kendisi Fâsid bir profesör…

28 Aralık 2003 tarihli Radikal İki'nin dördüncü sayfasının alt yarısını dolduran yazının başlığı şöyle: "Elif-be-pe-te-se-cim…"

Başlığı okuyunca yazının Osmanlı Türkçesi ile ilgili olabileceğini düşünüyorum.

Yazarın adı: Salih Özbaran. Adın üstüne konan yıldızın açıklaması, yazının sonunda görülüyor: Prof. Dr. Hangi üniversitede çalıştığı belirtilmemiş.

Yazının ilk cümlesini okuyalım:

"1950'li yılların başında kasabamızın merkez camiindeki ünlü hocanın Kuran kursu derslerinde geçen zamanımı hatırladığımda türlü duygular ve yorumlamalar içine girebiliyorum."

Sayın profesör, neden "giriyorum" yerine "girebiliyorum" diyor? Herhalde "türlü duygular içine girme"nin değilse de "yorumlamalar içine girme"nin bir çeşit beceri gerektirdiğini, yeterlik ya da iktidariyet istediğini düşünmüştür!

İkinci cümle:

"Yaz aylarında boş olan zamanımızı dolduracak uğraşlardan biriydi; ailemin de hoşnut kaldığı bir meşguliyetti."

Maşallah! "Uğraş"ı da biliyor, "meşguliyet"i de. Fakat bu bilgi, o kelimelerden birinin gereksiz olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Üçüncü cümle:

"O sıralarda depreşen 'hafız' olma yolundaki arzumun da bir önhazırlığı gibiydi bu ileri geri sallanarak öğrenmeye çalıştığım elif-be-pe-te-se-cim.., sert bakışlı ve eli sopalı bu hocaya rağmen."

Yazıdan anlaşıldığına göre, sözü edilen "dersler" sayın profesörün henüz bir ilkokul öğrencisiyken ve yaz tatillerinde katıldığı dersler. O yaşta "hafız olma yolundaki arzusunun depreştiğini" söylemesi tuhaf değil mi? Demek ki, o arzu daha küçük yaşlarda oluşmuş, diye düşünebilirsiniz. Ama böyle düşünmek için sayın profesörün ne söylediğini bilen biri olduğunu varsaymanız gerekir. Oysa, sayın profesör ne söylediğini bilmiyor. Ne söylediğini bilseydi, şu basit gerçeği de bilirdi: Bu ülkede, ne 1950'li yıllarda, ne daha önceki yüzyıllarda, ne 1950'lerden sonra hiçbir zaman, hiçbir Kur'an kursunda "ileri geri sallanarak elif-be-pe-te-se-cim…" denmemiştir, bundan sonra da denmeyecektir. Nedeni çok basit: Kur'an-ı Kerim'de ve onun indirildiği dil olan Arapçada "pe" sesi yoktur! "Pe" sesi olmadığı için, bu sesi gösterecek "p" harfi de bulunmamaktadır. Dolayısıyla Kur'an kursunda "elif-be-pe" diyebilmek imkânsızdır. Peki, bu profesör "merkez camiindeki ünlü" ve "eli sopalı bu hoca"nın kursuna bu "pe"yi nasıl sokuşturabilmektedir? Yazısının sonraki satırlarından öğrendiğimize göre, beyefendi üniversitede Tarih okumuş, bu vesileyle Osmanlıca öğrenmiş, işte bu "pe" o Osmanlıca öğreniminden geliyor ve yaz kursunun Elif Cüzü'ne dalıveriyor. Bu dalış, bu daldırış, bende işbu profesörün Salih olan adını Fâsid ile değiştirme hevesi uyandırıyor. Evet: Fâsid Özbaran!

Profesörün dördüncü cümlesi:

"Ama sonradan, ilkokuldaki öğretmenlerimin de teşvikleriyle ortaokula yazıldım, sevap kazanma uğruna harcadığım uğraşın öğrettikleri de uçtu gitti; dahası üniversite öğrenciliğimde yaptığım tarih öğretiminde öğrenmek zorunda kaldığım Osmanlıca için sağlaması gereken kârı bile hiç hatırlamadım."

"Neyi hatırladınız ki?" demeden önce bu üç parçalı uzun cümle üzerinde biraz duralım.

1. "İlkokul öğretmenlerinin teşvikleri" ibaresi, kasabada birden çok öğretmen bulma ve hepsinden okuma yolunda teşvik görme gibi bir mazhariyete işaret ediyor. Gerçekten çok önemli bir mazhariyettir bu.

2. "… ortaokula yazıldım, sevap kazanma uğruna harcadığım uğraşın öğrettikleri de uçtu gitti" dendiğine göre, "ailenin de hoşnut kaldığı" Kur'an öğreniminin ve yanı sıra öğretilenlerin ortaokulda uçup gitmesi, uçurulmuş olması, toplum ile devlet arasında bir uçurumun varlığını gösterir. Ama kahramanımız bu koskoca uçurumu ne o zaman görebilmiş, ne şimdi görebiliyor. Esasen "harcadığım uğraşın öğrettikleri" filân diyebilen biri, uçurum şöyle dursun, çukuru bile göremez.

3. "üniversite öğrenciliğimde yaptığım tarih öğretiminde öğrenmek zorunda kaldığım Osmanlıca…" Neresinden başlamalı? "Öğrenci öğrenir, öğrenim görür", "Öğrenci öğretim yapmaz!". ÖSS, hattâ LGS adaylarına "anlatım bozukluğu" örneği diye öğretilen bir konudur bu. Onlar öğrenir ama öğretim üyesi öğrenmez, çiğner geçer! Dikkat ettiniz mi, "öğrenmek zorunda kaldığım Osmanlıca" diyor. Uzmanlık alanının en vazgeçilmez aracını "öğrenmek zorunda kalmak"tan söz ediyor adam. Öğrenebilmiş midir? Hiç sanmıyorum. Bugünün Türkçesini gereği gibi öğrenmemiş biri, eski Türkçeyi nasıl öğrensin?

Fâsid Özbaran'ın sonraki cümlelerinde de bunlara benzeyen benzemeyen bir yığın tuhaflık var. Onlar üzerinde de, yazısının asıl mesajı üzerinde de durmayacağım. Hem yerim bitti, hem değmez! Fakat şu kadarını söyleyeyim: İslâmı kimileri bir "kültür" olarak elbette önemseyip inceleyebilir ama o her şeyden önce bir "din"dir.


30 Aralık 2003
Salı
 
İBRAHİM KARDEŞ


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED