|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bizim Medeniyet Tasavvuru Okulu'nun "enfante terrible" ("harika çocuk")larından olan ve şimdilerde çağımızın en büyük düşünürlerinden Habermas'a öğrencilik yapan (!) Emrullah Gökhan kardeşimden bir "haber"le yazıya giriş yapayım: Emrullah, Nuriye Akman'ın İsmet Özel'le yaptığı o "dehşetengiz" konuşmayı Habermas'a çevirmiş; Habermas şöyle bir yorum yapmış: "Anlaşılan o ki, Türkler, İsmet Özel'i anlayabilecek bir millet değil. Ama İsmet Özel de milletinin anlayabileceği bir dil kurabilmekten çok uzak." Bu "haber"den sonra şunu söylüyorum: Vicdanımızı "sızlatıyor" (!) olabilir ama İsmet Özel vicdanımız bizim. Fakat sadece İsmet Özel değil: Bediüzzaman da, Necip Fazıl da, Sezai Karakoç da, Nurettin Topçu da, Cemil Meriç de, Nuri Pakdil de, Rasim Özdenören de vicdanımız aynı zamanda. Vicdanımız yani "gözümüz", "kulağımız", "kalbimiz", "aklımız" ve "sesimiz". Zihin dünyamızı (elbette ki sadece zihin dünyamızı değil) "aşk ateşi" ve hakîkat ışığıyla aydınlatan yıldızlarımız. Eğer bu yıldızlarımız var/olmamış olsaydı, bugün biz belki de "burada" var/olamayacak; nasıl bir "yola çıkmaya hüküm giydiğimizi" bilemeyecek, hakîkatle buluşma noktasına ulaşamayacak, pergelimizi büsbütün şaşırmış olacaktık. Hakîkat, elbette ki kişilerle kâim değil; ama kıyam ve hakîkat bahçesine ikamet, önce ferden ferdâ, sonra da fevc fevc vücut bulabilir ancak. Unutmayalım ki, önce Fahr-i Kâinat Efendimiz hakîkat sarayının yemişlerinin yetiştirildiği ve devşirildiği aşk bahçesinin tohumunu ekmiş, sonra da ashabını, bütün ins-ü-cinni o bahçeye "ikâmet"e davet etmişti. O yüzden ben zihin dünyamızın bu müstesnâ yıldızlarının yaktıkları aşk ateşinin ve hakîkat ışığının söndürülmesine aslâ göz yumamayacağımızı ve tahammül edemeyeceğimizi düşünüyorum. Çünkü hakîkat kıvılcımı çakılmış, aşk ateşi yakılmış, "uzun yola çıkılmaya hüküm giyilmiştir" artık. Ancak yakıcı bir sorunla karşı karşıyayız: Aşk / Hakîkat Sarayımızı inşa etmeye koyulan bu hakîkat yıldızlarımızın bugüne kadar yalnızca kendi etraflarını aydınlatmakla yetindiklerini ama elbirliği, gönül birliği ve yürek birliği ederek birbirlerine ışık saçma, birbirlerinin ışığından güç devşirme eylemine henüz ve hâlâ soyunamadıklarını görüyoruz. İsmet Özel'e derhal "sahiplenmeleri" gerekip de, sahiplenme gücü bulamayan yazarlarımızın hâlâ yazmaya devam edebiliyor olmalarındaki şaşırtıcılık ve tuhaflık; sergiledikleri "sessizlik" ve "kayıtsızlık"ın nedenleri kanımca burada gizli. Eğer İsmet Özel, Sezai Karakoç'a, Bediüzaman'a ve diğerlerine mevtâ muamelesi yapılıyor olmasına isyân edebilmiş olsaydı, İsmet Özel kesinlikle sahiplenilecekti. Öte yandan biz de, İsmet Özel'in hakîkat ateşinden neşet eden "çığlığı"na kulak kabartacağımıza, İsmet Özel'i daha da zor durumlara düşmekten alıkoyacak basîret ve ferâset kılcımızı kuşanamadık. Meselâ sevgili Mustafa İslâmoğlu bu gazetede müstear ismiyle yazdığı üç İsmet Özel yazısında İsmet Özel'in yapıp ettiklerini, kaygılarını sanki bilmiyormuşçasına, onları ıskalayarak İsmet Özel'in "çığlığı"nı "acı", "acınacak" ve "acınası" sözcükleriyle özetleyen o talihsiz yazıları yazdı ve İsmet Özel'i mahkûm etme yanlışlığına düşmekten kendisini kurtaramadı. Evet, İsmet Özel'in üslûbu kesinlikle yanlıştı. Ama her ne sûretle olursa olsun, söylediklerinin çoğu, söylenemeyen ama mutlaka söylenmesi gereken yakıcı gerçeklerdi; o yüzden üslup meselesi aslî değil, arızî bir mesele olarak görülebilmeliydi. Zira İsmet Özel, çok esaslı bir şeye dikkat çekiyordu: Hakîkatle ilişkimizin dolaylılığından, hakîkate karşı kayıtsızlığımızdan, hakîkati bozuk para gibi harcama şaşkınlığımızın yanlışlığından sözediyordu ve bu duruma isyan ediyordu. Bu acınacak bir durum değil, alkışlanacak bir tavırdı. Bu nedenle, İsmet Özel'e "sahiplenilmesi" gerekiyor. Ama sadece İsmet Özel'e değil; hakikat ışığıyla aydınlatılan o aşk sarayının mimarları olan TÜM DİĞER HAKÎKAT ÖNCÜLERİNE DE. Bu mesele, bence, İslâmî düşünce, söylem veya hareketin Türkiye'deki en yakıcı ve yıkıcı sorunlarından biri olduğu için bu mesele üzerinde özenle ve hassasiyetle durulması gerektiğini düşünüyorum: Eğer hakîkat sarayının mimarları veya yıldızları, bugüne kadar birbirlerine, birbirlerinin söylediklerine sahiplenebilmiş olsalardı, şu ân biz bu noktada olmaz, kendimizi "atalet zindanı"na hapsetmemiş olur, daha muhkem ve muhteşem bir hakîkat sarayı inşası çabasına müştereken iştirâk etme alçakgönüllüğü gösterebilirdik. Bu milletin, kişisel saraylara değil, sarsılmaz ve muhkem bir Hakîkat Sarayı'na ihtiyacı var. Onun için de, önce hakîkate şeksiz şüphesiz sahip çıkabilme iradesine sahip olabilmek, sonra da hakîkat öncülerine ve erlerine, egolarımızı kontrol altına alma erdemi göstererek sahiplenebilmek zorundayız. Bediüzzaman'ın deyişiyle, ATALET ZİNDANInın zincirlerini ancak o zaman kırabilir ve Allah'ın HİMMETine ancak o zaman MÜSTEHAK olabiliriz. O hâlde bütün mesele, hakîkate "sahip olmak", "sahip çıkmak" ve "sahiplenmek" şuuruna vâkıf ve vâsıl olabilmekte düğümleniyor. Daha önce de dikkat çekmiştim: "Sahip" kelimesi, "sohbet etmek", "ashab (dost) olmak", "musahabe etmek" eylemlerini içeren, icbar ve icap ettiren, anlam dünyası son derece engin ve zengin bir kelime. Eğer birbirimizle dost olamıyorsak, kendi aramızda o hakîkat aşkıyla ve ışığıyla kuşanarak sohbet edemiyor, insanla, kâinât'la, tabiat'la ve Rabbimiz'le kopmaz bir rabıta kuran ve kurduran bir sohbeti canlı tutamıyorsak, hakîkate de, hakîkatin mimarlarına veya yıldızlarına da sahip çıkamayacağımızı, sahiplenemeyeceğimizi, bizi zifiri karanlıklara garkeden atalet zindanından zihnimizi, ruhumuzu ve bedenimizi aslâ kurtaramayacağımızı ve hakîkat sarayına hicret edebilme iradesi geliştiremeyeceğimizi iyi bilelim, derim. Yazının bundan sonraki bölümünde bugüne kadar pek yapılmamış bir şeyi yapmaya soyunacağım: İsmet Özel'e, dolayısıyla söylediklerine sahiplenmenin ne demek olduğunu Bediüzzaman'a sahiplenerek, onun söylediklerinden yola çıkarak göstermeye, dolayısıyla HAKÎKAT SARAYI'NIN ANCAK MÜŞTEREK BİR SOHBETE İŞTİRK EDEBİLDİĞİMİZ ORANDA, ÖLÇÜDE VE SÜRECE MUHKEM BİR ŞEKİLDE İNŞA EDİLEBİLECEĞİNİ kanıtlamaya çalışacağım. Çarşamba günkü yazıda, bugüne kadar ıskaladığımız, sahiplenemediğimiz, dost olamadığımız üstad Bediüzzaman'ın, aynı anda nasıl hem enfes bir atalet fenomolojisi, epistemolojisi ve ontolojisi yaptığını, hem de geliştirdiğini göreceğiz. Ve böylelikle Bediüzzaman'la giriştiğim sohbetle atalet tasavvurundan, iman, mümin, vicdan ve hakîkat tasavvuruna kadar uzayıp gidecek bir yolculuğa çıkacağız... İşte o zaman hakîkat'e ve hakîkat sarayının mimarlarına veya yıldızlarına sahip çıkmanın ne demek olduğunu daha iyi kavrayabileceğimizi umuyorum...
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |