AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
İki ayrı 11 EYLÜL

Bugün İslam dünyasına hükmeden diktatörlüklere Amerikan desteğinin sürmesi de gösteriyor ki terör olaylarının üzerinden iki yıl geçmesine rağmen Amerika'ya hakim olan siyasi elit olayları farklı bir kavramsal ve araçsal çerçeve içinde düşünmeye başlamamıştır.

11 Eylül denildiğinde akla haklı olarak 11 Eylül 2001 geliyor. O gün Amerikan hava şirketlerine ait dört sivil yolcu uçağı ondokuz genç eylemci tarafından kaçırılarak birer füze haline dönüştürülmüş ve binlerce sivilin ölümüne neden olan terör olayları yaşanmıştı. 11 Eylül 2001'in bir milat olduğu yolunda neredeyse bir ittifak var. Ancak tarihte artık unutulmaya ya da unutturulmaya yüz tutmuş bir başka 11 Eylül daha var; Şili'de demokratik bir seçimle başkanlık görevine gelen Salvador Allende'nin General Augusto Pinochet tarafından devrildiği gün, 11 Eylül 1973. Bu iki irtibatsız olay aslında iki farklı uluslararası siyaset sisteminin bir anlamda yansıması. 1973 tarihi bir ucunda Amerika'nın diğer ucunda Sovyetler Birliği'nin yer aldığı çift kutuplu uluslararası sistemin en canlı olarak yaşandığı yıllardan biriydi. Amerika'nın başında realpolitik akımın efsanevi ekibi bulunuyordu: Nixon başkan, Kissinger onun hariciye bakanıydı. Şimdilerin meşhur isimlerinden Dick Cheney ve Donald Rumsfeld de bu ekibin içindeydi. 4 Eylül 1970'de Sosyalist Parti'nin işbaşına gelmesiyle daha bağımsız bir dış politika izleyeceği sinyalini veren Şili'nin tekrar yörüngeye sokulması için düğmeye basıldı. Özellikle Allende'nin seçimlerden önce rakibini destekleyen Amerikan telekomünikasyon şirketi ITT'nin bazı ihalelerini iptal etmesi bardağı taşıran son damla olmuştu. (ITT daha sonra AT&T adıyla faaliyetlerine devam etti.)

Tıpkı Moskova'nın 1968 yılının Ağustos ayında Prag sokaklarında tanklarını yürüterek verdiği gözdağına benzer bir şekilde, Şili'nin de hizaya getirilmesi gerekiyordu. Kissinger 'bir ülke kendi halkının sorumsuzluğu yüzünden komünist hale gelirken neden kenarda durup seyretmemiz gerektiğini anlamıyorum' diyerek bu tür sorumsuzlukları affetme niyetinde olmadığını açıkca ilan etmişti.

Önce Şili'nin ekonomisi çökertildi. Zamanın CIA Başkanı Richard Helms'in kendi ifadesiyle Nixon ve Kissinger 10 milyon dolar harcayarak Şili ekonomisine 'çığlık' attırdılar. Yıllardan beri ekonomisi Amerikan ekonomisine endeksli hale getirilen Şili'ye adeta bir duvar örüldü; Amerikan şirketlerinin Şili'deki fabrikalara yedek parça satışı yasaklandı, grevler organize edildi, sabotajlar gerçekleştirildi. Başkan Allende aleyhinde kamuoyunu etkilemek için bir dezenformasyon kampanyasına girişildi. Bu çerçevede Şili'nin en önemli gazetelerinden birisi olan El Mercurio bizzat Nixon'ın emriyle aktarılan 1.5 milyon dolar karşılığında Allende aleyhinde yayınlara başladı. Haziran 1973'de gerçekleştirilen ilk darbe girişimi başarısız oldu. Bir milyon kişinin Başkanlık Sarayı'na doğru yürüdüğü ve hükümeti korumak için silah talebinde bulunduğu söyleniyor. Nihayet 1973 yılında Pinochet duruma müdahale ettiğinde yanında destekçi bir medya bulunuyordu. Allende başkanlık konutuna düzenlenen hava saldırısıyla öldürüldüğünde Nixon ve Kissinger rahat nefes aldılar. Darbeci Pinochet tarafından girişilen temizlik operasyonlarında üçbin kişi hayatını kaybetti. Bütün bunlar artık birer spekülasyon değil. CIA'in gizli kayıtlarından açığa çıkartılan belgeler darbenin CIA tarafından planlandığını bütün açıklığıyla ortaya koyuyor. Peter Kornbluh'un Pinochet Dosyası adlı derlemesinde Şili darbesiyle ilgili yeni gizli CIA belgeleri sunuluyor. Kitapta yeralan CIA imzalı bir belgede şu ifadeler geçiyor: 'Allende'nin bir darbe sonucu iktidardan uzaklaştırılması ısrarlı bir politika olmaya devam ediyor. Ancak bu faaliyetlerin çok gizli ve güvenli bir şekilde yapılması Amerikan hükümetinin elinin gizlenmesi açısından gereklidir.'

Nitekim Colin Powell Şili'deki olaylar için "ülkemiz tarihinin gurur duyabileceğimiz bir kısmı değil" demişti. Ancak Powell bu sözlerini daha sonra tevil etme gereği duydu. Nixon döneminin izlerini taşıyan Amerikan yönetimi kendi tarihinin bu karanlık kısmıyla yüzleşme gereği duymuyor. Tıpkı 1953'de Musaddık'ın devrilmesindeki, ya da 1965'de Sukarno'nun devrilmesindeki Amerikan sorumluluğunu kabul etmedikleri gibi. Ancak alternatif Amerikan basınında Şili darbesi rastlantısal tarih benzerliğinin de etkisiyle daha fazla işlenmeye başladı. Bu konuda daha fazla yayın yapılıyor ve konu gündemde tutuluyor. Elbette 11 Eylül 1973 ile 11 Eylül 2001 arasında doğrudan bir bağlantı yok. Ancak 11 Eylül 1973 Amerikan müdahaleceliğinin bir sembolüdür ve bu müdahelecilik Amerika'ya yönelik kitlesel tepkinin altyapısını teşkil etmektedir. 11 Eylül 2001'leri 'Amerikan özgürlüğüne karşı kıskançlık' içinde olan ve demokrasiden nefret eden ondokuz gencin terör eylemi olarak görmek hakim Amerikan medyasının ısrarla sunmaya devam ettiği bir sığ yaklaşım olmaktan öteye gidemiyor.

İki 11 Eylül iki farklı dünyaya ait olaylar. 1973, bir ucunda Amerika'nın, diğer ucunda Sovyetler Birliği'nin yer aldığı çift kutuplu uluslararası sistemin en canlı olarak yaşandığı yıllardan biriydi. İki süpergüç kendi kontrollerine aldıkları ve bu konuda aralarında soğuk bir barış halinde oldukları bölgeleri tek başlarına kontrol ederlerken, en ufak bir şekilde bu kontrolden çıkmaya çabalayan ülkelere hiç unutamayacakları dersler vermekten geri durmadılar. Her iki kutup açısından amaç aynı olsa da izlenen yöntemler biraz farklıydı; Sovyetler daha çok tank yürütmeyi tercih ederken, Amerika istihbarat destekli gizli operasyonlarla ve askeri darbelerle hakimiyetini pekiştirdi. Her ikisi açısından da sistem istikrarlı ve rahat bir ortam sağlıyordu. Ancak Sovyetler'in Afganistan planı tutmayıp, ardından içine girdiği türbulanstan çıkamamasıyla birlikte sistem çöktü ve Amerika'nın tek süpergüç haline geldiği tek kutuplu mevcut uluslar arası sistem oluştu. Moskova elindeki nüfuz sahasını kaybetmişti ama tek kutuplu sistemde Washington açısından da müttefikleri kontrolde tutmak eskisi kadar kolay değildi. Sovyet tehdidinin artık işe yaramadığı bir dünyada ülkeler daha bağımsız bir yörüngeye geçebildiler. Üstelik küreselleşmeyle birlikte oluşan enformasyon anarşisi döneminde dezenformasyon kampanyaları da fazla işe yaramamaya başladı. Benzer bir şekilde diktatörlük rejimlerinin hakim olmaya devam ettiği ve demokratikleşme dalgasının bir şekilde uğratılmadığı İslam dünyasında yine de küreselleşmenin ulus-devlet kalıplarını kırmasıyla ve eğitim seviyesinin yükselmesiyle Amerika'ya olan tepkilerin boyutu Amerika'nın rahatlıkla manipüle edemeyeceği bir hale dönüştü. Amerika'nın 11 Eylül 2001 gösterdiği konvansiyonel tepkinin altında bu yeni şartlara adapte olamayan Soğuk Savaş dönemi mantalitesi yatıyor. Oysa küreselleşen bir dünyada artık tek aktörler devletler değil ve devlet olmayan aktörlere mantıklı tepkiler gösterilmesi bu mantalitenin kavrama sınırlarını aşıyor. Afganistan ve Irak savaşları Amerikan yönetiminin sorunu askeri müdahalelerle çözebileceği devletler arası çatışma halinde tutma ısrarının bir yansımasıydı. bütün uluslararası krizleri askeri müdahaleler yoluyla çözmeye alışmış Cheney ve Rumsfeld'in Soğuk Savaş zihniyeti yeni şartların farklı tepkiler gerektirdiğini algılayamadı.

  • HASAN KÖSEBALABAN / AKADEMİSYEN


  • Diyanet'in 'sûre' maddeleri

    Tefsirle ilgilenen bir Din Kültürü öğretmeni olarak 'DİA Kur'an sûreleri' maddeleri ile ilgili birkaç eleştiride bulunmak istiyorum.

    DİA genel olarak iyi bir çalışma. Ancak incelenen maddelerde eleştiriye açık noktalar var.

    Tefsirle ilgilenen bir Din Kültürü öğretmeni olarak 'DİA Kuran sûreleri' maddeleri ile ilgili birkaç eleştiride bulunmak istiyorum. Bazı yazarlar, maddeleri oluştururken Kur'an, Sünnet ve gelenekteki yorumları, farklı görüşleri, ana tartışmaları ortaya koymuş, konuyu hakkını vererek, doyurucu bir şekilde incelemiştir.

    Örnek: Hikmet (İ. Kutluer), Cennet-Huri (B. Topaloğlu), Azap (Y.Ş. Yavuz), Fitne-Fesat-Hayr-Cimrilik (Mustafa Çağrıcı) vs... Özellikle Mustafa Çağrıcı, ele aldığı kavramları derinlemesine açıklamış... Ancak Ansiklopedi'deki bazı maddeler baştan savma yazılmış. Örnek: Hüküm maddesi, hükmün sözlükte ne anlama geldiği, hangi âyet öbeklerinde, hangi semantik anlamları yüklendiği, Sünnet'de nasıl kullanıldığı, keza "Hikmet mi? Hakimiyet mi?" anlamına geldiği es geçilerek, hemen 'Kelam ve Fıkıh'ta hikmete girilmiştir.

    Yine Kur'an'ın önemli kavramlarından bazıları DİA'ya alınmamış. Örneğin, Şems 8. ve Alâk 7. âyetlerde geçen, iman-inkar psikolojisi ile ilgili temel bir kavram olan "istiğna", DİA'da yok. Aksine tefsirlerde de bu kavrama ilişkin yeterli bilgi yok. Okuyucu bu bilgiden de mahrum kalacak. En önemli eleştiri konusu: Kur'an sûrelerinin incelendiği maddeler maalesef "tamtakır". Kur'an sure maddeleri çok kısa. Yapılan açıklamaların yarısını "Mekke mi, Medine mi" tartışması, dörtte birini ise "sûrenin faziletine dair sözler" oluşturuyor. Sûrenin temel konuları ise maddede çoğunlukla yok, var olanları ise cılız. Maddeler maalesef özensiz, derinliksiz, baştan savma ve yetersiz olarak yazılmış, bir imam hatip öğrencisinin, bir tefsire şöyle bir göz atmakla ulaşabileceği basitlikte kaleme alınmış.

    Örnekler:

    a) Adiyat sûresinde, soluk soluğa koşan, ayakları ile çıngı çıkaran, tozu dumana katan, bir topluluğa, damatlara veya develere, mücaihtlere veya hacılara yemin ediliyor. (Adiyat, 1-5).

    6-11. Âyetlerde ise insanın nankör oluşu, mala düşkünlüğü ve cimriliği (kenud) kınanıyor. İlk 5 âyette mücahitlere veya hacılara yemin edildiği müfessirlerin temel yorumudur. Ancak, bunlara yemin ediliyorsa sûrenin devamı olan 6-11. âyetlerde neden insan kınanıyor? İlk 5 âyetle sûrenin devamı arasında görünür bir uyuşmazlık ortaya çıkıyor. Önemli bir tartışma konusu olan bu uyuşmazlığı yazar adeta görmezlikten gelmiş.

    b) Yazar belki de sûrede ela alınması gereken en önemli konu olan 1. ve 4. âyetteki uyuşmazlığın izahına hiç değinmeden, sûreyi tanıtıp geçmiş.

    c) Duha sûresinde Hz. Muhammed'in (s.a.v.) dalalette oluşu ve 11. âyetteki "sail"in ne olduğu görmezden gelinmiştir.

    d) Maddeler yazılırken yazarlar konuyu üstün körü alıp nakletmişler, kendi kendilerine "acaba okuyucu ne sorabilir? Tefsir kitaplarında hangi konular ihmal edilmiştir" demeden sûreler özetlenmiştir: Alâk suresinde "oku" emrinin iki defa tekrar edildiği yazarca vurgulanmış, dolayısıyla okulanın önemine işaret edilmiştir. İyi de aynı sûrede "yaratmak" "öğretmek" "insan" ve "Rab" kelimeleri de iki defa tekrar edilmiştir. Yazarca, neden sadece okumanın tekrar edildiğine dikkat çekilmiştir?

    d) Beled sûresinde Hz. Muhammed'in "hill" oluşu, "baba ve oğula" yemin edilmesinin ne anlama geldiği açıklanmamış, önemlisi bir konu olan "Akabe" ise baştan savma bir cümle ile geçiştirilmiştir.

    e) Abese sûresinde, okuyucunun zihnine gelecek olan "tebliğde kimlere öncelik tanımalı", "inatçı-kibirli inkarcılara tebliğ zorunluluğunun olup olmadığı" gibi sorulara cevap aranmamıştır.

    f) Hadid sûresi 12. âyette mü'minlerin önlerinde ve sağlarında bulunacak "nur", "karz-ı hasen", "başa gelecek musibetlerin önceden bir kitapta yazılı olması"nın izahı ele alınmamıştır.

    g) İnsan sûresi 1. âyet önemli bir konuyu anlatmaktadır. Elmalılı, bu âyete dayanarak, Hz. Adem'in insan olmayan ama insana doğru evrim geçiren bir atadan yaratıldığını söyler. Bu âyet yeterince izah edilmeli ve Elmalı'nın görüşü ele alınmalıydı. Örnekler çoğaltılabilir.

  • İ. ADEM TUTAL / EĞİTİMCİ


  • TÜKETİLENLERTÜKENENLER

    Vahşi kapitalizmin imparatorları, tüketim çılgınlığımız için bir şeyler üretirken eş zamanlı olarak doğayı kirletmeye ve doğal yaşamı tehdit etmeye başladı.

    Artık hiçbir şey masum değil. Hiçbir şeyin özünden bahsedilmiyor. Gerçekler, sahte malzemelerin arkasında kaldı. Yapılan hiçbir şey içeriğinde anlam taşımıyor, gerçekleşen hep yapı insanı insan olmaktan çıkarıyor. Her yer, her şey ölçüsüzce, pervasızca yok ediliyor, kirletiliyor. Hiçbir şeye saygısı olmayan, dini, kültürel, coğrafik, geleneksel hiçbir değer benimsemeyen, sadece hazcılığı (hedonism) baz alan bir yaşam başladı. Amacı tüketmek olsun, yalanları da beraberinde geliyor.

    Hiç gazete reklamlarını farkettiniz mi? "Şu malı alana gazete bedava". Demek ki artık gazete satışının pek bir anlamı kalmadı. Çünkü içerikten halka hitap etmekten uzak, düşünce ve niteliği olmayan gazetelerin satılması olanaksız olunca, promosyonlar girdi devreye. Birzamanlar bu promosyoların çok daha basit olduğu dönemlerde şimdinin büyük (!) gazeteleri, bu hediyeleri "Bu sayede halka gazete okuma alışkanlığı kazandıracağız" yalanları ile tanımlıyorlardı. Ne kadar masum ne kadar şirin bir yalan öyle değil mi? Bu boyutunu yıllar öncesinde de görmüştür. Çıplak kadın fotoğraflarının süslendiği bazı gazeteler yine bu yaptıklarını "gazete okuma alışkanlığı" masumiyeti ile yapmışlardı. Resmen kültürel çürümenin göstergesi bu talihsiz ifadeler.

    Bu çılgınlığın farklı yönlerini de görmek lazım. Tüketmeye bir özellik haline getiren bu sistem, bu tüketimi körüklerken üretimlerini de son hızla arttıran fabrikalar oluşturdu. Vahşi kapitalizmin aç gözlü imparatorları, bizim tüketim çılgınlığımız için bir şeyler üretirken eş zamanlı olarak doğayı kirletmeye ve doğal yaşamı tehdit etmeye başladı. Paragöz çıkarları ile gözü dönmüş sömürgenler yaptıkları doğa katliamlarını ve insanlık için oluşan bu yıkımı teknolojik zafer olarak göstermeye başladılar. Daha sonra gelen depolitizasyon rüzgarları ile gündemimize aldığımız çevrecilik, bu oyunun bir parsıydı. Sevimli çocukların zararsız yeşilcilik oyunuydu. Sömürgenler rahatça davranabilsinler, yaptıkları görünmesin diye ortaya atılmış bir şirin oyun. Vahşi kapitalizmin mimarları yine bir zafer kazanmışlardı. Sadece paramızı sömürüyorlar. Aynı zamanda yamyamlar misali düşüncelerimizi de tüketiyor bu kapitalist patronlar. Hiçbir kutsal değer tanımıyorlar. Tüm düşünce faaliyetlerini fiziksel zevklere harcıyorlar. Kendine, çevresine, topluma veya diğer yaratılmışlara karşı sorumluluklar yerine, kendi özgürlüğü, rahatı için her şeyi ezmeyi, yok etmeyi, önemli hale getiriyorlar.

    Düşünceyi değişik yönde ele alıyor, fakat tek sonuca ulaşıyorlar: Liberal (dini bağlardan kurtulmuş modern insan), hak sahibi (sadece kendine), katı ahlak kurallarına karşı (mümkün oldukça pornografik), bilime tapan (sabit olmayan değerlere bağlılık), teknolojiyi tanrı haline getiren (yenilenen her teknoloji, yani tanrı, bir öncekini ortadan kaldırır) bir anlayışa sürüklenmiş insanlık. Batının istediği gibi düşünmek, hesaplamadan, kriterize etmeden, bu düşüşü benimsemek. Toplumların hayatına talip olmuş bir dinin, hayatın tümünden tahliyesiyle düşüncenin yok oluşu, yani tüketmek, tüketmek. Kapitalist patronların gelişmeden anladıkları; daha çok tüketim daha çok sömürüden başka ne olabilir ki? Gelinen bu nokta bu anlayışın zaferinin bir göstergesidir. "Her sokakta bir milyoner", "Küçük Amerika" olma hayalleri insanları, bulundukları durumları daha rahat kabul ettirir hale getirdi. Bu aşağılık kompleksi anlatıyor bu ifadeler. Gelişmiş- gelişmemiş ülkeler tanımlamaları, toplumların durumunu belirlemede batılı-kapitalist bir değerlendirme haline geldi. İnsanlar paralarının, yığdıkları mallarının çokluğu nisbetinde gelişmiş-gelişmemiş sınıfına sokuldu.

  • MURAT KİRİŞÇİ / EĞİTİMCİ




  • 22 Eylül 2003
    Pazartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    Abone Formu
    Mesaj Formu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Karikatür | Çocuk
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED