|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Hıfzı Topuz'u tanımayanınız yoktur sanırız... 1923 doğumlu bu gazeteci (Türk Basın Tarihi adlı çalışmasının gözden geçirilmiş yeni baskısında yer alan hayat hikayesinden aktarıyoruz) 1947- 58 yılları arasında Akşam gazetesinde önce istihbarat şefi, sonra yazı işleri müdürü olarak çalıştı. Bu arada İstanbul Gazeteciler Sendikası'nın kurucuları arasında yer aldı ve kuruluşun başkanlığında bulundu. Sonra Topuz'un uzun yıllar sürecek olan (1983'e kadar) UNESCO Genel Merkezi'ndeki görevi başlıyor. Bu dönemde Hindistan'dan Afrika'ya, pekçok yerde gazetecilik seminerleri düzenledi. 1974-75 yıllarında TRT'de Radyolardan Sorumlu Genel Müdür Yardımcılığı'nda bulundu. Topuz, bu arada, 20'den fazla kitap yayınladı. Ayrıca üç üniversitenin iletişim fakültelerinde ders verdi... Hıfzı Topuz'un "Türk Basın Tarihi" adlı çalışmasını da unutmamak gerekir. İlk kez 1973'te kitap haline getirilen bu çalışmanın sonradan başka baskıları da yapıldı. Gerçek Yayınevi'nin "100 Soruda" dizisi içinde "Türk Basın Tarihi" adıyla yer alan bu kitap, basın tarihiyle ilgilenenlerin yıllardır ellirinden düşürmediği yararlı bir başvuru kitabıydı. Yani özetle, Topuz, Galatasaray Lisesi'nden sonra hukuk tahsil etmiş, Türkiye'de ve UNESCO çerçevesinde dünyada yıllardır basınla ilgili incelemelere imza atmış, sayılan sevilen bir gazeteci-yazardır. Topuz, bu yıl "Türk Basın Tarihi" adlı çalışmasını tekrar gözden geçirerek bu kez Remzi Kitapevi'nde yayınladı. Yazar bu yeni baskıya yazdığı "Önsöz"de, "Türk Basın Tarihi'ni ilk kez 1973'te yazmıştım. O zamandan bu yana çok şeyler değişti. O yıllarda ne iletişim sözcüğü vardı, ne de medya. Bilgisayar ve internet daha gazetelere girmemişti., haberler ne faksla iletiliyordu ne de e-postayla, videoyu dahi henüz keşfetmemiştik, insanlar televizyon ekranının tutsağı olmamıştı, basın, güvenilirliğini ve inandırıcılığını bu ölçüde yitirmemişti, gazetelerin saygınlığı vardı, olaylar bu ölçüde saptırılmıyordu" diyor. Yalan değil doğrusu; gerçekten de 1973'ten bu yana basın sektörüne de çok yenilik girdi. Ayrıca, eski gazetelerin "güvenilirliği, inandırıcılığı ve saygınlığı" da çok tartışma götürse de, basının olayları "saptırma" hevesi hiç değilse bugün karşılaştığımız derecede kuvvetli değildi... Topuz, kitabının bu yeni baskısına bu çerçevede yeni bölümler eklemiş. Arkada kalan yıllar içinde basının özellikle "iş âlemi" ile olan ilişkisini yeniden gözden geçirmiş. Kitaba bazı fotoğraflar da yerleştirilmiş. (Fotoğraf seçiminin epeyce "öznel" nedenlerden kaynaklandığı görülüyorsa da, bu da bir yenilik!) Peki başka, başka ne tür "yenilikler" var kitabın bu yeni basımında? Biz bu yeni baskıda, eski baskılara kıyasla önümüze gelen en büyük yeniliğin kitabın "Sonuç ve Değerlendirmeler" bölümünün son bir iki paragrafında yer aldığını tespit ettik.... Bu paragraflarda "Mütareke basını" ile günümüzdeki bazı yayınlar arasında bir karşılaştırma yapılıyor. Topuz, bu işe başlarken şu soruyu ortaya atıyor: "Bu kitabın sonunda basının tarih sürecindeki gelişimine yeniden bir göz atarken üzerinde duracağım şöyle bir olay var. 19919-1922 yıllarında İstanbul'daki işbirlikçi gazetelerin yazdıkları ile bugün Amerikan hayranı olan gazetecilerin yazıları arasında bir benzerlik yok mu?"(!) Gördüğünüz gibi "Türk Basın Tarihi" de dönüp dolaşıp o muhteşem soruya ulaşmış bulunuyor! Bu soru bir kere sorulmaya görsün, cevabı tabii ki çok basit! Artık tutabilene aşkolsun... Madem ki soru soruldu (unutmayın, bu süreçte asıl kritik an, bu sorunun sorulması ya da sorulabilmesi), Topuz da soruyu tabii ki tahmin ettiğiniz gibi cevaplıyor: "Bugün de, işgal döneminin işbirlikçileri gibi, ulusa hiç güveni kalmamış, tüm umutlarını emperyalist Amerika'ya bağlamış, çağdaş manda yanlısı gazeteciler yok mu?" Olmaz olur mu hiç! Topuz devam ediyor: "Onların da sonu Mustafa Kemal'in idamı için fetva veren şeyhülislâmcıların ve 150'liklerin sonuna benzemeyecek mi?" Oooooo! İş bayağı ciddileşti... Fakat durun, dahası var; yazarımızın günümüzün "işbirlikçi gazetecileri" için düşündüğü bir iyilik daha var: "Ali Kemal kâbusu medyada hiç kimsenin uykusunu kaçırmıyor mu acaba?" Nasıl buldunuz, "Türk Basın Tarihi"nin bu kapanış cümlesini nasıl buldunuz?! Biz "Hoşgeldin Çölaşan!" demeye hazırlanırken, meğer yazarımız "Hoşgeldin Nurettin Paşa!" demeye niyetleniyormuş... Hadi oldu olacak, genç okurlarımız için şu "Ali Kemal kâbusu"nun ne olduğundan da kısaca söz edelim. Hatta, bu meseleye dair bilgileri bize Topuz'un kendisi, yani "Türk Basın Tarihi" versin: "Ali Kemal'e gelince, 1922 Eylül ayının bir öğle üzeri kendisini Beyoğlu'nda bir berber dükkanında traş olurken yakalayıp gizlice İzmit'e götürdüler. İstanbul daha düşman işgalindeydi. İzmit'te Nurettin Paşa'nın karargâhında sorguya çekildi. (...) Nurettin Paşa, Ali Kemal'in linç edilmesi için gereken hazırlıkları yapmıştı. Cezaevine götürülmek üzere karargâhtan çıkarken elleri bıçaklı, demir çubuklu, zincirli insanlar, gençler, çocuklar başladılar kendisine saldırmaya. Beline bir bıçak sapladılar, yere yuvarlandı. Taşlarla, tekmeyle, piştollarla kafasını ezdiler. Soyup elbiselerini, parmağındaki yüzüğünü, altın saatini, cüzdanını aldılar. Sonra ayaklarına bir ip bağlayarak sürüklediler. Nurettin Paşa, garın önünde bir sehpa kurulmasını emretmişti. Ali Kemal'in cesedini, boğazına bir ip geçirerek oraya astılar." Unutmayın, Hıfzı Topuz'un "Türk Basın Tarihi"adlı çalışmasının gözden geçirilmiş, genişletilmiş son baskısı hangi cümlelerle son buluyordu, unutmayın... "Ali Kemal kâbusu medyada hiç kimsenin uykusunu kaçırmıyor mu acaba?" Pes doğrusu... Demek basında geçen şu kadar yıl, UNESCO'da şu kadar görev, şu kadar kitap, şu kadar ödül, şu kadar yıl ömür sonunda -hem de "Türk Basın Tarihi" adlı bir kitapta- insana bu satırları yazdırıyor... Sizin duygularınızı bilmeyiz ama biz üzülmedik desek yalan olur... Özellikle de UNESCO adına! Böyle bir şey olabilir mi? Bir Basın Tarihi'nin dönüp dolaşıp gazetecilere "sopa göstermesi, onları "Nurettin Paşa" ve benzerlerinin gaddarlığı ile korkutmaya çalışması ile noktalandığı dünyanın neresinde görülmüştür? (K.B.)
Tercüman'dan mektup var... Tercüman gazetesinden (Ilıcaklar) bazı gazetecilerin -kendisinden kısaca "akreditasyon meselesi" olarak söz edilen- Genelkurmay'ın bazı yayın kuruluşlarına uyguladığı "ayrımcılık"ı protesto etmek amacıyla Anıkkabir'e yaptıkları "Ata'ya şikayet" ziyareti hakkında sayfamızda yayınlanan değerlendirmeye, Tercüman adına Nazlı Ilıcak imzalı bir açıklama geldi. Olduğu gibi yayımlıyoruz: "Anıtkabir ziyareti, yapılan haksızlığı kamuoyuna duyurmak için bir vesiledir. Ayrıca her milletin ve ülkenin önem verdiği değerler vardır. Bunlardan biri de Mustafa Kemal Atatürk'dür. Atatürk'ün putlaştırılmasına, düşüncelerinin 'resmi ideoloji' haline getirilmesine karşı olmak başka, ona sevgi ve saygı duymak başka. Akreditasyon haksızlığını, en güçlü biçimde seslendiren, bunun için de çeşitli yöntemler deneyen bir gazeteci grubuyuz. 'Ata'ya şikayetin' de bu çerçevede değerlendirilmesi lâzım. Acaba, bizim yaptığımız gibi, haksızlığa karşı mücadele etmek mi, yoksa bazıları gibi yasağı değişmez kader gibi görüp, tevekkülle boyun eğmek mi daha doğru? Kanal 7, Samanyolu, Yeni Şafak, Zaman ve Vakit ile Tercüman'ın Anıtkabir'deki törenleri bile takib etmelerine izin verilmiyor. Çünkü Anıtkabir askerin denetiminde. Zaten bu yasak yüzünden, aklımıza, Anıtkabir'de bizzat bir tören düzenlemek fikri geldi. Ses getirdik ve bu ilk adımımızın başarılı olduğunu düşünüyoruz." "Tercüman gazetesi adına" bize ulaşan açıklama böyle... Hemen söyleyelim ki, meseleyi uzatmak gibi bir niyetimiz yok. Ancak, okuduğunuz açıklamanın, bizim altını çizmeye çalıştığımız hususla hiçbir ilgisinin olmadığını söylemeden de yapamayacağız. Bizim derdimiz, esas olarak şu soruyu hatırlatmaktı: "Amaçlar" kadar "araçlar" da önemli ve sırasında belirleyici değil midir?
'Söylemeyeceğim' demiş, 'yazmayacağım' dememiş ki! Milliyet'teki (3 Kasım) "Baykal: Herhangi bir anket arayışımız yok" başlıklı haber ve haberin "Öktem: Artık herkes duyar" başlıklı çerçevesi... Biz "çerçeve"yle ilgiliyiz ama oradaki diyaloğu anlayabilmeniz için "ana haber" hakkında da bir şeyler yazmamız gerekiyor... Konumuz, CHP İstanbul İl Başkanlığı'nın yaptırdığı iddia edilen bir anket... O anketi ve çıkan sonucu Milliyet şöyle duyuruyor: "CHP'nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayının, halen bu görevini sürdüren Ali Müfit Gürtuna olduğu yönündeki haberler Genel Başkan Deniz Baykal'ın tepkisine neden oldu. Baykal, kendi talebiyle İstanbul İl Başkanlığı'nın yaptırdığı anketten Gürtuna'nın birinci çıktığı yönündeki haberlere, 'Herhangi bir anket arayışımız yok' yanıtını verdi." Geçelim "çerçeve"ye... Aşağıda okuyacağınız diyalog, Milliyet muhabiri Şükran Pekkan ile CHP İstanbul İl Başkanı Şinasi Öktem arasında geçti. Milliyet gazetesinin 3 Kasım tarihli sayısında yer alan diyalogdan hemen önce şu hatırlatma yapılıyor: "CHP lideri Baykal, İstanbul Büyükşehir Belediye başkanlığı için anket yaptırmadığını söyledi. CHP İstanbul İl Başkanı Şinasi Öktem ile muhabirimiz Şükran Pekkan arasında şu diyalog geçmişti." ... Ve işte o diyalog: - Sabah gazetesinde anketten bahsediliyor. Oysa bunun gizli bir anket olduğunu söylemiştiniz. - Artık herkes duyar. - Bu nedenle ben de anketi yazıyorum. Dün de dediğiniz gibi, isminiz geçmiyor. Ama en azından biz bilelim diye anketi kimin yaptığını öğrenebilir miyim? - Benden aldığını söylemeyeceksin. - Tamam, söylemeyeceğim. - Doç. Dr. Osman Özsoy. Bu konuşmanın kodlarını çözersek... Belli ki, CHP İstanbul İl Başkanı Şinasi Öktem, içlerinde Milliyet muhabirinin de bulunduğu bir grup gazeteciye "yazılmamak kaydıyla" anketten söz ediyor... Milliyet muhabiri verilen söze uyup anketi haberleştirmiyor, fakat haber Sabah'ta yayımlanıyor... Bunun üzerine Milliyet muhabiri Pakkan, Öktem'e telefon açıyor, Sabah'taki haberi hatırlatıyor, "Bu nedenle ben de anketi yazıyorum" diyor ve 2 Kasım'da Milliyet'te bu yönde bir haber yayımlanıyor. ("CHP anketinde Gürtuna sürprizi.") Bu haber Baykal tarafından yalanlanıyor ve bunun üzerine Milliyet muhabiri, Öktem'in "kimseye söylememe" koşuluyla söylediği öğretim üyesinin adını yayımlıyor... Tamam, gazetecilik "sır açıklama" mesleği ama onun da asgari ahlak kuralları var. Bu kadar açık bir biçimde söz verip sözün gereğini yerine getirmemek, bize sorarsanız, hiçbir gerekçeyle mazur görülemez. Şükran Pakkan keşke yapmasaydı bunu... (A.G.)
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |