|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Parmakları, bilgisayarın tuşları üzerinde kendi hızından başı dönmüş, iş bilir ve de mağrur bir eda ile gezinirken birdenbire farketti. Kalemle -kurşun kalemle!- yazmayı ne kadar özlemişti. Ve, jelatinlerle kaplayıp ön kapağında; ad-soyadını, okulunu, sınıfını, okul numarasını ve dersin adını yazıp itinayla yaptıştırdığı etiketlerin, arka kapağında mutlaka çarpım tablosu ile ders programı çizelgesinin yer aldığı okul defterlerinin çizgili satırlarını iştahla doldurmayı da. Yazısı güzeldi. Yazarken harfleri hafif sağa yatırır, kuyruklu harflerin muntazam olmasına özellikle dikkat ederdi. Yağlı kurşun kalemin ucu yazdıkça kütleşir, yazısını çirkinleştirirdi. Kalemlerin kalınlaşan ucunu yazının ciddiyetine göre hazırlamak, biçimlendirip, gerekli incelik ve zerafeti vermek oyuncaklı kalemtraşların işiydi. Kalemi kalemtraşın gözüne yerleştirir, üzerine rengarenk desenlerin, helezonların resmedildiği ahşabın, -mucizevi bir şeydi bu- bıçağın ucundan dış kenarında sürmeli bir çizgiyle, incecik çıkıp kıvrıla kıvrıla birikişini görmeyi çok severdi. Doyasıya içine çektiği ahşabın ve kurşunun kokusu, onu neredeyse kutsal bir iş yapmakta olduğuna inandırır, o da itinayla yerine getirdiği bütün bu ritüellere başka başka anlamlar yüklerdi. Bilgisayarın başından hızla kalkıp kalemliklerde, çekmecelerde kurşun kalem aradı. Yoktu! Henüz kullanılmamış, kullanılmış, yahut kullanılıp gözden düşünce kederinden boyasını akıtmış siyah-mavi-kırmızı onlarca tükenmezin, renkli fosforlu kalemlerin -hatta dolma kalemlerin bile- olduğu şunca kalemin arasında bir tane olsun, gerçek bir kalem; kurşun kalem yoktu. Tükenmezleri ve diğerlerini kalemden saymıyordu. Onlar soysuz şeylerdi. Şaşkınlığı öfkeye dönüştü. Kendine kızıyor, dişlerini, kafatası kemiklerini hissedene dek sıkıyordu. Kurşun kalemi nasıl olmazdı, yokluğunu bile farketmeden bunca zaman nasıl yazıp çizerdi? Hatırladıklarıyla ılıyan içi, birden buz kesti. Titredi. Allah'ın ilk yarattığı, üzerine and içtiği 'kalem' değil miydi? Yazdığının aşkıyla titreşen tüylerin, ince saz kamışların; camdan, porselenden hokkaların içinde kağıtla buluşacağı anı sükûnetle beklemekte olan mürekkeplere batırıldığı, batırıldığı ve yine batırıldığı zamanlar, uzak ülkeydi ona. Mum alevinin kağıdın alnında, yazıcının yanağında, duvarların bedeninde oynaşan aydınlığı, kamışın kağıt üzerinde üreten hışırtısı, geride bıraktığı parlak ıslaklık esrarlı bir rüyadan kalmaydı. O bunları bilmezdi, bilemezdi. Bildiği yazdıkça açılan, açıldıkça yazan kalemiydi ve şimdi yoktu. Yitirmişti. Baktı, en ağırbaşlı görünen tükenmezi -gönülsüzce- eline alıp bir kaç satır yazdı ve yitirdiğinin sadece kalem olmadığını anladı. Ağlamaklıydı. Bu, bir araya gelip kelimeler üreten harfler, kelimeleri anlamlandıran boşluklar, boşlukları dolduran noktalar ondan değildi. Olamazdı. O halde bu yazdıklarını yazan kimdi? Yazan yazdığından, yazılan yazıcısından uzaktı. Tamamlanmakta olan bu iki kocaman boşluk, 'ziyan'da olduğunu anlamasına yetti. 'Kalpleri çekip çevirenin' görünmeyeni de gördüğünü biliyordu. Gözde toparlanan iki damla yaş 'hiç'liğin kuyusuna yuvarlanıverdi. .... Derinden gelen bir 'âh', işitmekte olanlarca işitildi. İki omuzdaki iki melek -çıkarıp defterlerini- şahid olduklarını yazdı.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv Bilişim | Dizi | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |