AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

Y A Z A R L A R
Düşünme niçin yola düşemiyor! (I)

Vahdet-i Vücud (Varlığın Birliği) öğretisine iki temel eleştiri yöneltilir. İlki "vahdet-i şuhud" adına yöneltilen eleştirilerdir ki bu yolun büyükleri aslında vahdet-i vücud ile vahdet-i şuhud arasındaki ihtilafın hakikî değil, lafzî olduğunu söylerler. Bu kanaatin sahiplerine göre: İmam Rabbanî'nin Mektubât'ındaki tenkidî ifadeler müridânın mertebelerine göre yazılmış olup ihtilafa delil olarak kullanılamaz. Hiç kuşkusuz ki böyle düşünmeyenler de vardır. [Ahmed Avni Konuk'la İhsan Oğuz arasında 1920'lerde başlayan mektuplaşmaların (tartışmaların) muhtevasının bu konuda oldukça öğretici olduğuna işaret etmeliyim.]

İkincisi, vahdet-i vücud'u bilhassa XIX. yüzyılda Batı'da öne çıkan 'vücudiye' (panteizm) mezhebiyle aynîleştiren cühelanın eleştirileridir ki bu kaba benzetmeyi çürütmek bu meşrebin ehlince hiç de zor olmamıştır.

Burada maksadım Vahdet-i Vücud'a yöneltilen eleştirileri ve eleştirilere verilen cevapları sözkonusu etmek değil, sadece haricî veya dahilî eleştiri ve suçlamaların, İslâm'ın gayet uç ve yüksek yorumlarından biri olan bu mekteb-i İslâmî'nin müntesiblerine sâliki oldukları meslekin İslâm'la bağını vurgulamak konusunda ne denli büyük bir imkân ve fırsat verdiği. Evet, bu eleştiriler nedeniyle lehte ve aleyhte birçok kitaplar, risaleler ve makaleler yazıldı. Daha önce yapılan tarihî itirazlar gibi, bu modern eleştiriler de ister istemez savunmayı ve açıklamayı doğurdu; zira eleştirilerin bir kısmı "Bu yorum İslâmî değildir, İslâm'la kabil-i telif değildir" şeklinde iddialar ihtiva etmekteydi. Bu meslekin erbabı ve muhibbânı ise bekleneceği üzre tam aksini savundu ve takip ettikleri yolun İslâm'a bağlılığın en yüksek ifadesi olduğunu söyledi. Babanzâde Ahmed Naim'in (1934) "Şeyh-i Ekber hakkında hüsn-i zannımın zerresini bile feda etmem" meâlindeki sözü, sanırım, bu tavrın en asîl numûnelerinden biridir.

Daha önce de işaret ettiğimiz gibi İslâm düşünce tarihindeki tartışmalar bu açıdan ele alındıkda, —zaman zaman siyasî hırsların etkisiyle dozu kaçmış bile olsa— İslâm Düşüncesi'nin lehine kaydedilmesi gereken bir keyfiyet arzeder. Çünkü aksi takdirde bizler tek renkli ve tek sesli bir medeniyetin vârisleri olmakla kalmayacak, görüşlerimizi İslâm'la irtibatlandırmak konusundaki köklü ve tarihî hassasiyetin en ciddi numûnelerinden mahrum olacaktık. Ben bu hassasiyetin alt düzeylere indikçe kaba bir hissiyât ile bulandığını ve İslâm'a matuf meşruiyet mücadelesinin bazen hissiyâtla ma'lul açılara hapsedilmiş olduğu gerçeğini reddediyor değilim. Söylemek istediğim, İslâm coğrafyasında yola koyulmuş olan düşünmenin düşüncelerini hep bir itidal ile noktalamasını bildiği, bu eleştiriler sayesinde de düşünmenin en nihayet kendileriyle iftihar edilecek evsafta kimselerin elinde yoğrulduğudur. Bu tarih bizim tarihimiz. Sadece olumlu taraflarıyla değil, olumsuz taraflarıyla da bizim tarihimiz. Yeter ki nâdanlığı bırakıp ona bize kendisini açması için gerekli olan müsamahayı gösterebilelim; eteklerdeki ihtilafları, çekişmeleri değil, zirvelerdeki ittifakları, uyumu görebilelim.

Kelâm ve Tasavvuf vadisinin ustalarınca İslâm Felsefesi'ne yöneltilen eleştirileri veya Kelamcıların Mutasavvıfa'ya ya da Mutasavvıfa'nın Kelâmcılara yönelik itiraz ve suçlamalarını İslâm düşünce tarihine —biraz olsun— ünsiyet kesbetmiş olan herkes bilir.

Acaba hiç düşünüldü mü, bu eleştiriler ve suçlamalar olmasaydı, bu düşünme insanlık tarihinde kendisini böylesine yüksek bir zirvede yer edinebilir miydi?!? Bu coğrafyada yola çıkmış olan düşünme, ürettiği düşünce'nin kırıntılarını dahî İslâm'la irtibatlandırmaya ve düşünceyi bu denli yüksek bir hassasiyet ölçeğinde dile getirmeye özen gösterir miydi?!?

Hiç sanmıyorum!

Arap nahivcilerinin felsefecilere (msl. Sayrafî'nin Bişr b. Metta'ya) yönelik saldırıları olmasaydı, bugün bizler Farabî'nin o muhteşem dil tedkiklerine sahip olamayacaktık. Kelâmcılar (Mutezile ve Eş'arîler) olmasaydı, İbn Sina Felsefesi, bu denli hüsn-i kabul görecek evsafta olmazdı. Gazalî'nin Farabî ile İbn Sina'ya yönelik tenkid ve ta'dilleri İslâm vicdanının sesi olarak zuhur etmeseydi, hiç şüpheniz olmasın ki ne İbn Rüşd, ne de Fahruddin Razî bu semanın yıldızları arasında şimdiki halleriyle yer alabilirdi. Hâsılı İslâm düşüncesinin gerek tek tek ustaları, gerekse mektepleri nasıl ki bu düşünceyi harice (gayr-ı İslâmî unsurlara) karşı savunmakla onu 'düşünce' haline getirmişlerse, haklı ya da haksız sıradan çıktıklarını düşündükleri dindaşlarını da hizaya getirmeye çalışmakla düşünmenin ihtiyaç duyduğu o yüksek hassasiyeti yaşatmış oldular.

Çağdaş İslâm Düşüncesi'nin müntesibleri bugün bir nazariyâtın, yani ne düşünme tarzlarının, ne de bu tarzın ürettiği düşüncenin İslâm'la bağını gözetmekte aynı kıskançlığı, aynı hassasiyeti gösteriyorlar. Özen gösterdikleri yegane cihet, yazıp çizdiklerinin hâkim düşünme trendine uygunluğu. Nitekim öncekiler muhaliflerinin değil, bizatihi İslâm'ın tahammül edeceği terkibler meydana getirmek konusunda hassas davranmışlar ve bu duruşlarının bedelini de ödemekten çekinmemişlerdi. Oysa bugünküler, sadece muhaliflerinin tahammül edebileceği altlarına birkaç ayet ve hadis eklenmiş bölük pörçük fikirler (zira terkibleri yok) öne sürmeyi bir marifet addediyorlar (zira hususiyetleri yok).

Hissiyât hassasiyâta, hassasiyât hususiyâta istinad eder. Ancak hususiyât olmaksızın hassasiyâtın, hassasiyât olmaksızın hissiyâtın bu minvalde hiçbir önemi yok! Çünkü nazariyât vâdisinde hissiyâtın yeri yok!


15 Kasım 2003
Cumartesi
 
DÜCANE CÜNDİOĞLU


Künye
Temsilcilikler
Abone Formu
Mesaj Formu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED