AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

D Ü Ş Ü N C E    G Ü N L Ü Ğ Ü
Bir kararın düşündürdükleri

ATAD 21 Ekim 2003 tarihinde Türk vatandaşları hakkında çok önemli bir kararını daha açıkladı. Değişik vesilelerle bu kararın toplumumuz açısından ne kadar önemli olduğunu ve sonuçlarını belirtmeye çalıştık. Bunlar tartışılmaya devam edecek ve bu karar çok kısa zaman içinde yerli ve yabancı tüm Avrupa hukuku kitaplarındaki yerini alacak.

  • MELİH SARI / HUKUKÇU
    Avrupa Toplulukları Adalet Divanı (ATAD) 21 Ekim 2003 tarihinde Türk vatandaşları hakkında çok önemli bir kararını daha açıkladı. Değişik vesilelerle bu kararın toplumumuz açısından ne kadar önemli olduğunu ve sonuçlarını belirtmeye çalıştık. Bunlar tartışılmaya devam edecek ve bu karar çok kısa zaman içinde yerli ve yabancı tüm Avrupa hukuku kitaplarındaki yerini alacak. Bugün ben daha çok, ATAD'a ve onun kararlarına entelektüel çevrelerin yaklaşımları üzerinde kısaca durmak istiyorum.

    1) AET kurulurken binlerce yıldır birbirlerine düşman olan devletler bir araya geliyor ve egemenlik haklarının bir kısmından bu devletlerüstü yapılanma lehine vaz geçiyorlardı. Bu bir devletin yapabileceği en büyük fedakarlıklardan biriydi. Dolayısıyla hukuk bağlamında kendilerini güvenceye almalıydılar. Bu da ancak yetkileri çok geniş, sağlayacağı adaletten kuşku duyulmaması gereken ve kararları bütün üye ülkelerde geçerli olacak bir mahkeme ile olabilirdi. Bu mahkeme ATAD olmuştur. AET Komisyonu'nun ilk başkanı olan ve 1958 yılında başladığı bu görevini 1967 yılın kadar devam ettiren Prof. Dr. Walter Hallstein, söz konusu mahkeme ile ilgili bakın neler söylemektedir: "(...) Zaten Topluluğun gelişmesi ve devamı bağımsız, sorunları çözen ve boşlukları dolduran kısaca, entegrasyonda başı çeken böyle bir mahkeme olmadan düşünülemezdi." Divan, Hallstein'in belirttiği bu özelliklere sahip olarak kurulmuş ve görevini şimdiye kadar en geniş anlamıyla yerine getirmiştir. Böylece bu alandaki hemen hemen bütün hukukçuların kabul ettiği gibi, Avrupa bütünleşmesinin ve sistemin işlerliğinin motoru ve garantisi olmuştur.

    A(E)T/AB açısından bu derece önemli olan Divan, Türkiye tarafından önemsenmemiş, tartışmalarda gündeme gelmemiş, işlevi anlaşılamamış, bu durum 40 yıllık ilişkiler sürecinde aldatılmamıza, haklarımızın yenmesine ve AB üyesi ülkeler gözünde komik duruma düşmemize yol açmıştır. Maalesef aynı aymazlık halen devam etmektedir.

    2) ATAD 1987 yılında Demirel kararını açıkladıktan sonra, Avusturyalı hukukçu Prof. Dr. Christoph Vedder Europa Recht (Avrupa Hukuku) isimli bilimsel dergide yazdığı bir makalede, Türk vatandaşlarının sadece Ankara Anlaşması değil, Katma Protokol ve Ortaklık Konseyi Kararlarına da dayanarak hak iddia edebileceklerini belirtiyordu. Bir Avusturyalı hukukçu bunları söylerken, bizim uzmanlarımız o tarihlerde bunu aklının ucundan bile geçirecek durumda değildi. Bu konuda tek bir satır bile yazılmıyordu. Bu arada Yunanistan açtığı davalarla kendi iş adamlarına AET tarafından uygulanan Tekstil kotalarını kaldırtıyor, vatandaşlarının haklarını korumaya devam ediyordu.

    3) Bundan sonraki dönem çok daha vahim bir dönem olacaktı. Başkalarının 80`li yıllarda var dediği haklara bizim uzmanlarımız 90'lı yıllarda bile yok diyecekler ve bunları inkar edeceklerdi. Hatta daha ileri giderek -Sevince kararı çıkmış olmasına rağmen- ATAD nezdinde dava açma hakkımızın olmadığını ileri süreceklerdi.

    4) İlerleyen dönemde bu hakların hukuken mevcut olduğu, 20 den fazla kararla kör gözlerin bile göreceği noktaya gelmiş, bu kez de aşağıda sıralayacağım bahanelerle ve anlaşılması mümkün olmayan bir şekilde lehimize olan durumlardan istifade edilmesinin ve mevcut haklarımızı kullanmamızın önüne geçilmeye çalışılmıştır:

    Bahaneler ve cevaplar

    Bahane 1. Biz AB üyesi ülkelerin hukuksuz uygulamalarına karşı dava açarsak onları üzeriz, kırarız bizi AB'ye almazlar.

    Cevap 1. Uğranılan bir haksızlık karşısında adalete sığınmak ve dava açmak en temel bir medeni davranıştır. Avrupalılık bunu gerektirir. Nitekim onlar böyle yapmaktadır. Örnek için ATAD da açtıkları Renkli Televiyon Davası (Elektronik ürünler üretimi yapan çeşitli Türk firmaları ile ilgilidir) dediğimiz dava yeterlidir. Kaldı ki, üye ülkelerin birbirlerine açtıkları davaların sayısını binlerle ifade etmek mümkündür. Onlar kırmıyor biz kırıyoruz. Bununla birlikte uluslararası ilişkilerde üzmek, darıltmak gibi kavramlar değil, devletlerin çıkarları esastır.

    Bahane 2. Davalar çok uzun sürüyor

    Cevap 2. Evet davalar 3-4 yıl sürmektedir. Fakat 30-40 yıldır hukuken mevcut olup ta hukuka uyulmadığından elde edilmeyen haklar bu davalarla elde edilmiştir. 3 yıla uzun diyenler 30 yıldır hangi hakkı, hangi yolla elde ettiklerini açıklamalıdırlar.

    Bahane 3. Çözüm siyasidir, hukukla bir şeyi çözemeyiz.

    Cevap 3. Devletlerarası hatta insanlar arası ilişkilerde bir takım anlaşmalar veya sözleşmeler elbetteki bir takım irade beyanlarıyla ortaya çıkarlar. Siyasi irade veya şahısların iradesi. Örneğin, AET'yi kuran anlaşmada bir iradenin tecellisidir, Ankara Anlaşması da. Ancak bunlar imzalandıktan sonra, eğer ortaya bir uyuşmazlık girerse bunların çözümü artık hukukidir. Özellikle Topluluk Hukuku bağlamında bunun çok büyük önemi vardır. Eğer öyle olmasaydı, yukarıda önemini kısaca belirtmeye çalıştığım ATAD'a gerek kalmazdı. Kaldı ki, bu sistemin hukuki boyutu bizlere yalnız adaylık sürecinde değil, üye olduktan sonra da gerekecektir. Üye ülkeler de Topluluk mevzuatından kaynaklanan sorunlarını söz konusu mahkeme yoluyla çözmekte, her konuda siyasi çözüm arama gibi yanlış ve anlamsız bir tutum içine girmemektedirler. Kurallarını anlayamadığımız, uygulayamadığımız bir oyun içinde ne durumlara düşebileceğimizin en güzel göstergesi, geçmiş 40 yıllık süreçtir.

    Bahane 4. Vatandaşlığa geçersek bütün sorunlarımız çözülür. Dava yoluyla haklarımızı aramaya gerek yoktur.

    Cevap 4. Almanya örneğinde konuya bakarsak; bu gün Almanya'da Alman vatandaşlığına geçenlerimizin sayısı 400-500 bin civarında tahmin ediliyor. Dolayısıyla halen 2 milyon civarı Türk vatandaşı bulunmaktadır. Ayrıca Alman vatandaşlığı şartlarını taşımayan vatandaşlarımız bu rakamda büyük çoğunluğu oluşturmaktadır. Her yıl binlerce vatandaşımız evlilik yoluyla AB üyesi ülkelere gelmektedir. Bununla birlikte Ortaklık Hukuku sadece AB üyesi ülkelerde yaşayan vatandaşlarımız için değil, Türkiye'deki vatandaşlarımız için de geçerlidir. Abatay/Şahin kararı bunu bir kez daha göstermiştir. O halde bu bahaneye sığınmak, illa ben haklarımı almayacağım ısrarı içinde olmak anlaşılır gibi değildir.

    Son söz: Her şeyden önce devletimiz imzaladığı anlaşmalara ve vatandaşlarına sahip çıkmak durumundadır. Hukukun üstülüğünü ilke edindiklerini söyleyenleri Hukuka davet etmek kadar doğal bir şey olamaz. Göz göre göre hukukun çiğnenmesine seyirci kalmak; akılla, insafla, medeniyetle, demokrasiyle, insan hakları ve hukukun üstünlüğü ile bağdaşır bir tutum değildir.


    Yazıya sığmayan yangın

  • MURAT KİRİŞ / EĞİTİMCİ
    Severek, umutla, heyecanla, şerefle yaşamak; kul olarak Allah'a, ibadetlerde, arınmada, Kur'an rehberliğinde, dosdoğru istikamette, kararlı bir şekilde, tüm dünyaya karşı güçlü ve dinamik, sözünün eri, zulmü reddeden, iman edip salih amel işleyerek hakkı ve sabrı tavsiye ederek, malın-paranın bolluğunda da yokluğunda da şükrederek, kınayanların kınamasından korkmadan yaşamak.Yazılara sığdıramıyoruz gerçekten bunları. Hele birde yıkılmışsa düşünce sistemi, yukarıda anlatılanlara rağmen, dar geliyor kağıtlar, sığdırılamıyor o geniş alanlara yazılar. Yıkılan düşünceleri ayakta tutmaya çalışmak ise zorluğun zirvesi adeta. İnsan nasıl ayakta kalabilir, düşünceleri yıkılmışsa? Nasıl dirilir, nasıl başarır, nasıl umuda kapılır bu enkazın altında?

    Eğer yeniden kuracağına inanıyorsa, inancı, gücü varsa parçalanan düşünceleri için umuda açılıyorsa yelkenler, ayakta kalabilir, dirilebilir, yeşerebilir.

    Enkazın altındakiler

    Yıkılan düşüncelerle yaşamaya, ilahi olandan uzaklaşmaya kalkanların yok oluşa sürüklendikleri mantık, bu günün olmazsa olmazı olmuş. Dün Allah'ın elçilerine ve vahye direnenlerle bugünün modern insanı arasında hiç fark yok. Yine dün insanları çukurlarda yakmaktan çekinmeyenlerle bugünün düşünce belirleyicileri özdeştir. Farkları sadece zaman içinde yaşadıkları dönemlerdir. İzledikleri reddetme metodu ve isyan mantığının izdüşümleri bugünün mantığıyla örtüşmektedir. Allah'a isyanla tanımlı bir hayatta bulunamaz insan. Eğer bulunursa felaha erişemez, esenlik ve rahmete de. Esenlik yurdunda olduğunu düşünürken sadece kendini kandırır, aldanır. Hayatının her yanı zelzeleye uğrar. Olmayacaklara bel bağlar, umutlanır. Düşünce-duygu birlikteliği kuramaz ve anlam-değer kaymaları yaşar. Varoluşunu tanımlayamaz, fizik-metafizik, ruh-beden, ide-form gibi parçacı yaklaşımlara kapılır. Hayatını parçalar, konumlanamaz dünyada, yön bulamaz, tavır alamaz. Ayrıntıların batağına battıktan sonra gerçeklere ulaşamaz. Kimliğine, kişiliğine, öz benliğine kavuşamaz, yalnızlaşır kalabalıklar arasında. Sömürülür anlamaz, zulme uğrar umursamaz, hayatının köklerini keserler acı hissetmez, Konuşurken bağırır da sesini duyan olmaz, yıkılan düşüncelerine yakacak ağıt bulamaz, şiir yazılamaz.

    Bugünün Müslümanları uzaklaşıyorlar inançlarından. Düşüncelerinde ve yaşamlarında hicret ediyorlar modern dünyaya. Haksızlıklara, ahlaksızlıklara, yozluklara, şiddete, düşmanlıklara gözünü, kulağını, dilini kapıyorlar. Hicret ederken bir kısmı hala umutlu, bir şeyler, bazı parçalar arıyorlar enkazın altında. Ama bu şekliyle çeliklilerini aklileştirip meşrulaştırıyorlar.

    Bu yaşam sancılı, bu yaşam çelişkili, bu yaşam sıkıntılı. Kapatıyorlar birer birer iman kapılarını, uzaklaşıyorlar ana hedeften. Hayatları artık eskisi gibi değil. Çaresizlikleri daha da büyüyor daha da derinleşiyor. Bu yıkımı görenler ve anlayabilenler farkındalar nereye hicret ettiklerinin. Güven duyguları zedelenmiş. Ayağa kalkacak gücü kalmamış modern müslümanın, bu hicretin içinde.

    Hicret umuda olmalı, doğruya, güzele, berraklığa, aydınlığa, sadakate, varoluşa, bütüne, kimliğe ve kişiliğe kısacası Kur'an'ın rehberliğine olmalı. Rabbani bir yola girilmeli, Peygamberin modelliğinde hicret edilmeli. Bu hicretle Kur'an ilkelerini uygulamaya, hakikati yaşamaya, tıkanıklıkları aşmaya yürünmelidir. Boş konuşmalarda, zengin sofralarında, tam ortopedik yataklarda, televizyon karşısında uzanılan rahat koltuklarda, cesaret edilemez hicrete, çoğaltılamaz umutlar. Tükenir, tüketilir insan elindekilerini kaybetmekten korkarak. Kur'an okulundan geçmeden anlayamaz insan bu düşünsel hicreti.Rehber olarak Kur'an'a hazırlanmalı, Kur'an'ın kılavuzluğuyla rehberlik çalışmalarını yürütmelidir. Kur'an'la kendini, kainatı, Allah'ı keşfetmelidir insan. Korkuların getireceği yeni krizlere engel olmalıdır. Bugünden başlanmalıdır düşünsel hicrete ki bundan sonraki zaman kurtarılabilsin. Bu yüzden yeryüzünün her yerinde yaşanan hayatı, tüm yönleriyle Kur'an'la kaplamalı, Peygamberle doldurmalı, düşüncelerle yoğunlaştırmalı, Allah sevgisiyle insanlarla paylaşmalıyız. Hiç kimse gelmese de bizler hicrete kalkışmalıyız. Durmamalı, korkmamalı, yorulmamalıyız.

    Bugün yanlışlarımızı, eksikliklerimizi, günahlarımızı tespit etmiş olarak sürekli konuşuyoruz. Senaryolar üretiyor, bitmeyen filmler çekiyoruz. Her birimiz İslam uzmanı olarak yorumlar yapıyor, konuşuyor, konuşuyoruz. Bu bilgilenmişlik, bu okumuşluk kültürümüzü bolca yükseltmiş durumda. Ama her tür şoktan, sıkıntıdan, stres anından etkileniyor, korkuyor ve kabuğumuza çekiliyoruz. Hayatlarımızla beraber düşüncelerimiz yıkıldıkça daha da derinlere kaçıyoruz. Darbeler aldıkça tembelliğe sürükleniyoruz.

    Dinimize dair yaşanması gereken ne varsa erteliyoruz. Umutlarımızdan uzaklaşıyor, karamsar çizgilerin içine düşüyoruz. Uykularımız kaçıyor ama imanımızı kaybetmekten korktuğumuz için değil, dünyalıklarımız için. Rüyalarımızda kazanmak istediğimiz para-mal-mevki var ama takva yok. Eskisinden daha çok biliyor, eskisinden daha çok okuyor ve böylece eskisinden daha çok konuşuyoruz. Yaşamaya geldiğinde ise tam bir hayal kırıklığı. Eskisinden daha kötü yaşıyor, daha fazla dünyevileşiyoruz. Kendimize güvenmiyoruz artık, Allah'a da. Ne kadar güzel konuşsak, yazsak da daha çirkin bir mantığa bulanmış olarak akıyoruz hayatın içinde. Acılarımız büyüyor, çünkü Allah'ın Rabbü'l-Alemin olduğunu unuttuk. Sancılarımız arttı, çünkü Rezzak olan Allah'ın rızıklandırıcılığına uzağız. Kısacası bizler bir hicret yaşadık ama bu hicret, Nebevi bir hicret değil, Rahman'a doğru değil, dünyevi bir hicret ve şeytana doğru.

    HİCRETİN SONU RAHMET

    Bir şeyler yapmak, yaşamak zamanıdır bugün. Evet tam da bugün. Sarp yokuşlara tırmanmaya başlamalı, düşünmeli, akletmeli ve vahye teslim olmalıyız. Vahyin bilgisini, ilgisini, diriliğini, merhametini, paylaşımını, hareketliliğini yaşamımıza geçirmeliyiz. Hayata daha ciddi, daha mantıki fakat en önemlisi vahiy gözlüğüyle bakmalıyız. Vahyi yaşamayı öğrenmeli, vahye düşüncemizi, gönlümüzü, evimizi, toplumumuzu açmalı, İslam kardeşliğiyle birlikte ayağa kalkmalıyız.

    Yıkılan düşünceleri, yıkılan hayatları ayağa kaldırdığımızda bir zafer kazanacağız; hem kendi dünyamızda hem de yeryüzünde.

    Zulme meydan okurken şedid bir şekilde, dert ortağı olacağız mazlumlara merhamet ile. Bir umutla geleceğe bakacağız vahyin ışığında.

    Belki dünyayı kurtarmaya yetmeyecek gücümüz ancak kendi hayatımızın hesap verme yönünü kurtarmaya yaklaşacağız.

    Dünyayı kurtarma bahaneleriyle ayrıntılarla küçülmek yerine, ahiretimizi kurtarma uğraşısıyla büyüyeceğiz, büyük işler başaracağız.

    Unutmayalım ki dünya hayatı kısa, geçici ve acele olandır. Bizler kalıcı olan ahirete talip olmalı, onu kazanmaya çalışmalıyız.


    Gözüyle görmediğine inanmayanlar

  • PROF.DR. MUSTAFA NUTKU / ÖĞRETİM ÜYESİ
    "Gözüyle görmediğime inanmam..." diyenler olabilmektedir. Bunlara önce şunu sormak lazımdır: "Hangi gözünle?"

    Çünkü , insanın beş duyusundan biri olan ve en çok bilinen görme vasıtası bir maddi gözü olduğu gibi, ayrıca akıl gözünün ve kalp gözünün varlığından da bahsedilmektedir. Bu gözlerin her birinin görmek kabiliyeti her insana göre değişebilir.

    "Hangi gözünle?" sorusu hem görme vasıtasının cinsi (maddi, akıl, kalp) hem de onun kabiliyeti, kapasitesi ile alakalıdır.

    "Gözümle görmediğime inanmam.." diyenler, bir şeyin inanılır olup olmadığı hususunda yalnız, kendi maddi gözleriyle o şeyi görmek şartını koyamazlar. İnanılabilecek bir şey, maddi gözle görülebileceği gibi, bazan akıl ne kalp gözüyle de görülebilir. Ancak, beşeri hukukta hakikat ile yalanı ayırt edebilmek güçlüğü sebebiyle ve hallusinasyon (var sanma) denilen rahatsızlıklar, hastalıklar da söz konusu olabileceğinden maneviyat gözü, kalp gözü gibi görme vasıtaları nazar-ı itibara alınmaz. Buradaki inceliği iyi anlamak lazımdır. Belli zaman ve mekanın dar sınırları hariç bir şeyin birisinin nazarında (görüşünde ) olmaması , o şeyin gerçekten de var olmadığı iddiasına delil gösterilemez. "Onun nazarında yoktur" denilebilir.

    Kâinatta en mühim mesele iman meselesi olduğu için, en büyük tehlike de imanı tehdit eden tehlikedir. Gözüyle görmediğine inanmamak, "aklı gözüne inmiş" olmaktır. Bu hal, insanı en kıymetli haslet olan ve insanı insan yapan imandan alıkoyabilir. İnanılması icabeden herşey, maddi gözlerimizle açıkça görülüp kendini zorunlu bir şekilde kabul ettirseydi, inanmak iradesini kullanmanın da bahsi edilemezdi; inanan ile inanmayanın birbirinden ayrılacağı bu dünya imtihanı da olmazdı. "Gözümle görmediğime inanmam" diyenlere, Bakara sûresinin 3. âyetindeki mü'minlere medih en güzel cevaptır: "O (takva sahibi ) kimseler ki gaybe (Allah'a, meleklere, ahirete ) inanırlar..."

    Doğrudan, maddi gözüyle görmediğine inanmak nasıl olabilir? İnsanda gözünün dışında birçok melekeler, hisler, önseziler ve vicdan denilen bir nesne var. Hem, doğrudan görme suretiyle olmasa da, dolaylı olarak varlığını ve özelliklerini bize bildirip kabul ettirenler var. "Gözümle görmediğime inanmam" diyenler, maddenin gözle görülemeyen çok küçük yapı taşları olan atomların varlığını da inkar etmelidirler. Halbuki atomların varlığı modern fenlerin en mühim dayanaklarındandır; varlığından başka, özellikleri, davranışları, halden hale geçişlerine dair kitaplar üniversite kitaplıklarını doldurmaktadır.

    "Gözümle görmediğime inanmam..." sözünün yanında, "Bilim, yegane rehberimiz olmalıdır", "Bu asır fen asrı. Ortaçağdan kalma dogmatik inançlardan kurtulmalıyız", "Fenden başka bir mürşid aramamalıyız" gibi sözler de sarf edip bu sözlerine taraftar bulmaya çalışanlar, fenlerin büyük bir kısmının doğrudan gözüyle göremediğine inanmak ve inandırmak olduğunu düşünmeyip, dolaylı olarak varlığına ve özelliklerine hükmettikleri atom fikrine inançla sarıldıklarının farkında değiller mi?.

    O halde insanın dünyadaki imtihanının icabı- ekseriya doğrudan ve kendini zorunlu olarak kabul ettirecek şekilde olmayıp sebepler perdesi arkasında gizlenmiş Allah (cc)'ın isim ve sıfatlarının varlık delilerine karşı da, kör gibi davranmamaları icabetmez mi?

    Maddi gözlerinin beyinlerine gönderdiği görüntü sinyallerini iyi yorumlayarak, eserden müessire geçmeleri kendilerinden beklenmez mi?

    İnsan, beş duyu organından biri olan gözünden başka, bilhassa imani meselelerde akıl gözüyle de, maneviyat gözüylede, (kalp gözüyle) de görülebilir ve inanabilir. Hem peygamberimizi (s.a.v.), hem de onun en büyük mucizelerinden biri olan ayın iki parçaya bölünüp bir müddet sonra tekrar birleşmesini maddi gözüyle gördüğü halde Allah (c.c.)'a ve Peygamberine hakikatiyle inanmamış, Ebu Cehil'in misali, maddi gözle bakmanın görmek ve inanmak için her zaman kafi olmadığını; ama (maddi gözleri görmeyen) mü'minlerin varlığı ise, görmenin ve inanmanın sadece maddi gözle olmayıp akıl ve maneviyat gözüyle de olabileceğini bize ders vermektedir.


  • 15 Kasım 2003
    Cumartesi
     


    Künye
    Temsilcilikler
    Abone Formu
    Mesaj Formu

    Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
    Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Ramazan | Arşiv
    Bilişim
    | Dizi | Karikatür | Çocuk
    Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
    © ALL RIGHTS RESERVED