AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ

K R O N İ K  M E D Y A
Sorumlu sendika, halkı
'mağdur' etmeyen sendikadır!

'Nema' meselesinin çalışanları ne duruma soktuğu ortada... Saatlerce Ziraat Bankası önündeki kuyruklarda beklemek ve sıra geldiğinde ellere tutuşturulan ufacık parayla birlikte gelen büyük hayalkırıklığı... Millet saatlerce beklediğine mi, yoksa "zorunlu tasarruf" adıyla yıllarca elkonulan gelirlerinin doğru dürüst kayıt altına alınmadığının nihayet anlaşıldığına mı kızsın bilemiyor...

Oysa gazeteler daha birkaç gün önce "ana para" ödemelerinin "piyasaları" epeyce "rahatlatacağı" müjdesini vermiyor muydu? Televizyon ekranında dakikalarca izlediğimiz röportajlarda "ana para"nın tasarruf sahiplerince "kredi kartı borcunu ödemek"ten "eğitim masraflarını karşılamak"a kadar yerinin dünden hazır olduğu neşeyle açıklanmıyor muydu?

Öyle mi? Al öyleyse 600 milyon bekleyene 100 milyon, 400 milyon bekleyene 60 milyon "ana para", bozdur bozdur harca....

Geçen hafta perşembe günü, KESK'e bağlı "Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası"na üye TCDD işçileri karşılaştıkları bu gayri ciddi durumu protesto etmek ve ödemelerin düzenli bir şekle girmesini sağlamak için bir günlük "işi yavaşlatarak bırakma" eylemi yaptılar. Siz bakmayın gazetelerin bu eylemi "grev" olarak nitelemelerine; "grev" değil, çünkü bu işkolunda da grev yasak... Madem ki yasak, işçiler de doğal olarak "rahatsızlanıp", doktorun yolunu tuttular...

Adalet Bakanı ve Hükümet Sözcüsü Cemil Çiçek bu işe çok bozulmuş, "Hak ararken, yasadışı yollara yönelenlere müsamaha göstermeyiz. Protestocu işçiler hakkında inceleme başlatıldı" diyor.

Siz şu işe bakın ki, Çiçek'in yine "otoriterliği"nin tuttuğu bu günde Fransa'da, demiryolu işçileri de dahil olmak üzere milyonun üzerinde işçi hükümetin getirmeye çalıştığı yeni emeklilik yasasını protesto etmek için iş bırakıyordu.... Fransız hükümeti de tabii ki bu eylemden hiç memnun değil; ama aranızda herhangi bir hükümet üyesinin "Bu işe müsamaha göstermeyiz!" dediğini duyan var mı?

Her neyse... Zaten biliyorsunuz; ülkemizde yürürlükte olan "Grev ve Lokavt Yasası" gereğince, "grev" yapılmasına izin verilen işkolları o kadar az ki, parmakla sayılabilir.... Bu yasa ile ülkede ortaya çıkabilecek grevler öyle güzel düzenlenmiş ki, grev olacak ama "halk hiç mağdur olmayacak"! Halkın günlük hayatını şöyle ya da böyle etkileyebilecek hiçbir greve izin yok... Yani ülkede "grevler" sürerken gündelik hayat bundan hiç mi hiç etkilenmeden güzel güzel yoluna devam edecek....

Peki ya gazeteler? Onlar bu "grev" haberini okurlarına nasıl duyurdu? Tercüman (Ilıcaklar) gazetesi manşetinden duyuruyor: "Demiryolları çalışanları, 'hastayız' bahanesiyle bir günlük grev yaptı. Trenler garda, halk yolda kaldı."

Gazetenin sanki "uygunsuz" bir işi haber verirmiş gibi biraz şaşkın bir hali var. Oysa ortada şaşıracak ne var; "grev" olunca tabii ki "trenler garda" kalır ve tabii ki bunun bir sonucu olarak halk da "yolda kalır"!

Gelelim başka bir gazeteye: Yeni Şafak'ın "grev"le ilgili haberi de şu başlıkla başlıyor: "Sendika yüzünden halk mağdur oldu". Başlığın hemen altında da, Adalet Bakanı'nın biraz önce aktardığımız sözleri... Gazete haberin devamına da şu başlığı uygun görmüş: "Bu ne sorumsuzluk / İstanbul ve Adana başta olmak üzere 'zorunlu tasarrufların geri ödenmesinde yaşanan sorunları' neden olarak gösteren KESK'e bağlı BTS üyesi demiryolu çalışanları iş bırakınca, vatandaşlar mağdur edildi."

Ne diyelim; isterseniz tekrar edelim: Ne yaparsınız ki bu işlerin kuralı da böyle: Sendikaların başını çektiği grevler yüzünden dünyanın her yerinde ve her zaman halkın "mağdur olması" kaçınılmazdır. İşin kanunu böyle... (K.B.)

19 Mayıs törenlerinin 'kimliksiz' unsurları...

Vatan gazetesi yazarı Haşmet Babaoğlu, bir 19 Mayıs günü, lise yıllarının 19 Mayıs törenlerindeki ruh halini hatırlıyor ve bu hatırlayışın üzerine samimi bir sorgulamaya girişiyor. Babaoğlu'nun, 19 Mayıs'ın kutlanma biçimi için önerisi de bizce heyecan verici. Babaoğlu'nun bu güzel yazısını kısaltmadan aktarıyoruz...

Hatırlarım. Lise çağındaydık. Bir dönem hepimiz bir sporu ucundan kıyısından tutmuştuk. Kimimiz basketbol, kimimiz voleybol oynuyordu. Ping pongcusu, yüzücüsü. Eh, erkekler arasında futbola sevdalı olmayanı zaten yoktu... Ama 19 Mayıs yaklaştıkça okuldaki herkesi bir endişe kaplardı: Ya 19 Mayıs gösterilerine katılacak gruba seçilirsek? Bazılarımız o hafta "hastalanmaya" çalışırdı. Beden eğitimcilerinin seçmeleri sırasında uzun boylu olup da sınıfın en arka sırasında dizlerini büküp kısalmaya çalışanları, beden dersine ayağında bandajlarla gelenleri hatırlarım.

Hep düşünmüşümdür, mesela haftada beş gün basket antrenmanlarına devam etmekten sıkılmayan bizleri 19 Mayıs gösterilerinin antrenmanlarından köşe bucak kaçırtan neydi? Hangi kılığı kıyafeti hazırlamamız lazım, endişesi neden bu kadar huzursuz ediciydi? Elbette "vatan haini" değildik, vatandan milletten habersiz çocuklar değildik, üstelik de sporu severdik. Bir yerde yanlış vardı.

Neydi bu yanlış? Neden öğretmenlerimiz bu bayram dolayısıyla içimizdeki spor ateşini canlandıramıyordu? Neden bizi bir gösterinin "kimliksiz" unsurları olmaya zorladıkları duygusu içimize yerleşmişti? Bu sorular kafamı hep kurcalamıştır.

Tabii sonra öyle yıllar geldi ki, bu kez 19 Mayıs denilince kamuoyunda patlayan "gösterilerde ne giyilecek" tartışması her şeyin üzerini kapladı. Bayramın anlam ve coşkusunun geri palana itildiği, medyanın günlerce "Şalvar mı, eşofman mı? Etek mi, şort mu?" meselesiyle meşgul olduğu yıllan hatırlamayan var mıdır? Şimdi biraz daha ılımlı, daha akıllı usluyuz galiba. Ama hâlâ o tartışmaların izi sürüyor. Bakıyorum, hâlâ o münasebetsiz tartışma 19 Mayıs'ı gölgeliyor.

Şimdi gelin bu güzel bayramın adına bir kez daha dikkatle bakalım: Gençlik ve Spor Bayramı. Ve hiç peşin yargılara, kolaycı tepkilere başvurmadan bir daha düşünelim. Bu bayramı statlardan dışarı çıkarıp, toplumun içine sokmanın zamanı gelmedi mi artık? Bu bayramı statlardaki beden eğitimi gösterilerine odaklı olmaktan çıkanp bütün ülkede dev bir spor şöleni haline getirmenin zamanı gelmedi mi? Bence zamanı geldi. Ülke bugün büyük bir spor alanına dönüşmeli. Ülkedeki her okulu seferber eden yarışmalar bugün yapılacak finallerle sonuçlanmalı. Gençler kupalar kaldırmalı, sporun zevkini doyasıya tatmalı...

20 Haziran 1938'de, 3466 sayılı kanunla Atatürk'ün Samsun'a ayak bastığı günün yıldönümü Milli Bayram olarak kabul edildi. O tarihten sonra da bu bayramlar beden eğitimi gösterileriyle kutlanmaya başlandı. Neden beden eğitimi gösterileri derseniz... Yüzyıl başına dönmek gerek. O dönemde özellikle Kuzey Avrupa'da başlayan "jimnastik yoluyla toplumsal terbiye" kültürü gelişmiş ve yaygınlaşmıştı. (Zaten tarihçiler Türkiye'de de ilk beden eğitimi gösterisinin yine mayıs ayında, 12 Mayıs 1916'da Erkek Öğretmen Okulu öğrencilerince yapıldığını belirtiyorlar. Ondan sonra da mayıs ayı içinde bu gösteriler tekrarlanarak gelenek halini almış; hatta gösterilere "idman bayramı", "Jimnastik şenlikleri" gibi adlar verilmiş.)

19 Mayıs'ın bizde bayram ilan edilip kutlanmaya başladığı yıllarda ise Avrupa'da hızla yükselen totaliter rejimler toplu beden eğitimi uygulamalarına ağırlık vermişlerdi. Meydan ve statlardaki gösterilerden ulusal gösteriş çıkartıyorlardı. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra ise komünist rejimler statlardaki her spor şölenini aynı zamanda muazzam bir beden eğitimi gösterisi haline getirmeye başladılar. Böylece gösterilerin şaşırtıcı disiplini göstericilerin sportif özelliklerinin önüne geçti.

Hatta hem sahadakileri, hem de tribündekileri bu gösterinin bir parçası haline getiren kutlama modelini geliştirdi bu rejimler. (Sanıyorum 80lerin başıydı; biz de Bulgaristan'dan gelen uzmanlardan tribünlerin katılımı konusunda yardım almıştık.) Şimdi stat ve meydanlarda geniş katılımlı ve çarpıcı beden eğitimi gösterisi yapan ülkelerin sayısı yok denecek kadar azaldı. Çin Halk Cumhuriyeti bile bu işleri bildiğim kadarıyla tavsattı. İşin bayrağı Kuzey Kore'de kaldı.

Sonuç olarak... 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı çok güzel, çok anlamlı ve adına layık biçimde "genç" bir bayramdır. Öyle de kalacaktır. Ama kutlama biçimi artık yaşlanmıştır... Bunu kabul etmeliyiz. 19 Mayısları bütün ülkeyi spor alanına çevirecek biçimde modernize etmenin yollarını bulmalıyız.

Mümtaz Hoca, 'Beş ayda ne yapılacaksa yapılsın' diyor

Yüksek Askeri Şûra kararlarına "şerh" koyma meselesine dayanan "yılbaşı resepsiyonu" krizi, ardından genelgeler ve Münevver Arınç'ın türbanına dayanan "23 Nisan resepsiyonu" krizi ve nihayet Uluslararası Stratejik Araştırma Enstitüsü'nün malum raporu... Bunların, 3 Kasım'dan bu yana "zinde sivil kesimler"in üzerinde sörf yaptığı, her defasında yüreklerin hop hop oynadığı üç önemli gelişme olduğunu biliyorsunuz...

Bu tür gelişmelerin ardından, basındaki "zinde" kalemlerin tepkilerini size aktarıyoruz... Son gelişmeden sonra biraz ihmal ettik bu işi... Halbuki hiç de fena yazılar çıkmadı bu arada... Bugün "'Cephe'den son mesajlar" faslında size iki yazıdan bölümler aktarıyoruz...

Mümtaz Soysal, Cumhuriyet, 19 Mayıs: "(...) Parlak bir çıkışla kurulan bu Cumhuriyet acaba artık yıkılış ve çöküş dönemine mi girmiştir? Herhalde böyle bir izlenimi asıl güçlendiren etken, bu Ekimde sekseninci yaşına basacak bir Cumhuriyette kuruluş yıldönümünü kutlamalarını düzenlemenin cumhuriyetçiliği konusunda derin kuşkular uyandırmış bir iktidar takımına düşecek olmasıdır. Tarihin cilvesi sayılabilecek bir rastlantı mı? Yoksa, üst üste yığılan gevşemelerin, göz yumuşların, yanlışların ve ihanetlerin nihayet kaçınılmaz kıldığı bir determinizmin son noktası mı?

"Sekseninci yıla girişe şunun şurasında beş ay kaldı. Gelecek 29 Ekim'in çelişki dolu olacak ve sinsi bir cenaze namazına benzeyebilecek olan o görüntüsü yaşanmak istenmiyorsa, ne yapılacaksa o zamana kadar mutlaka yapılmalıdır."

Mehmet Ali Kışlalı, Radikal, 16 Mayıs, 'Okur notu': "Ankara'da son haftaların gergin havası içinde bir bale gösterisi izlerken ağladığını söyleyen bir okur şunları yazmış: 'Çanakkale Şehitleri adlı baleyi seyrediyordum. Önce saygı duruşu yapıldı sonra da İstiklal Marşı'na geldi sıra. Opera orkestrası eşliğinde inanılmaz bir coşkuyla hep birlikte söylüyorduk. Başımı kaldırıp balkona baktığımda askeri öğrencileri üniformaları içinde komutanlarıyla marşı müthiş bir disiplinle hatasız söylerken gördüm. Katkıları bambaşka bir hava yaratmıştı. İstiklal Marşı'nı alkışladık. Baleyi seyrederken de hep ağladım.'" (A.G.)


20 Mayıs 2003
Salı
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür | Çocuk
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED