|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Avrupa'da bir ülkede (ben diyeyim Fransa, siz deyin Almanya) yaşayan vatandaşlarımız, oraya yeni atanan devletin resmî görevlisine durumlarını arzetmekte, bazı istek ve şikayetlerde bulunmaktadırlar. Ortaya atılan konulardan biri de din görevlisi sıkıntısıdır. Camilerde yeterli miktarda imam bulunmadığından bahsederek, bu açığın giderilmesini talep ederler. Özellikle Cuma namazları için cemaat toplandığında, sadece namaz kıldırmak değil, hutbe de verilmesi gerektiğinden, bazı camilerdeki imam noksanlığı ciddi biçimde görülmektedir. Görevli, anlatılanları dinler. Notlar alır. Gereği için elinden geleni yapacağını belirtir. Ancak kesin vaatte bulunmaz ve şöyle bir çözüm yolu önerir: - Filanca yerdeki camide bulunan imam, orada Cuma namazını kıldırdıktan sonra, sırayla imamı olmayan diğer camileri de dolaşsın ve oradakilere de namaz kıldırsın. Nasıl? Harika bir çözüm yolu değil mi? Cuma namazının bir vakti olduğunu, o vakit geçtikten sonra kılınamayacağından habersiz olan görevli, yıllar sonra ('yıllar'daki a'yı uzun okuyun lütfen) Ankara'ya dönmüştür. Sıkı durun, hikâyenin esas çarpıcı tarafı geliyor. Birkaç yıl önce bu kişi hakkında "irtica raporu" hazırlanmış ve görevinden uzaklaştırılması istenmiştir. Ve de istenilen olmuştur... Ol hikâyet böyledir. Beğendiniz mi? Valla benim çok hoşuma gitti. Baştan başa komik bir memlekette yaşadığımızı bir defa daha idrak etmenin mutluluğunu yaşadım.
Zevkler ve renkler
Kavuniçi ile turuncu arasındaki benzerlik, mor ile lacivert arasındaki farktan fazla olmasaydı, yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmeyen arkadaşlarla anlaşmamız günden güne daha zor hale gelebilirdi. Nitekim müzisyenlerin ressamlara, solistlerin koristlere, banka hortumcularının köşe dönücülere bir üstünlüğü olduğundan sözetmek yersizdir. Üstünlük, ancak iş ve sanat aşkındadır. Keza iş takipçiliği konusunda yoğurtçularla pastırmacılar işbirliğine gitseydiler vakti zamanında, şimdi gelişmiş ülkeler arasında yer almamız işten bile değildi. Hayali ihracat konusunda ilerleme gösteremeyişimiz bazı çevrelerce her ne kadar yadırganıyor olsa da, hattı zatında takunyadan terliğe geçişimizdeki daha doğrusu sıçrayışımızdaki kararlılık, tekelciliği bir nebze olsun engellemiş bulunmaktadır. Bununla ne kadar övünsek azdır. Bu arada Tekel'in özelleştirilmesi de uzun zamandır gündemdeki yerini korumaktadır bildiğiniz gibi. Açıkça ifade edeyim ki cazdan anlamayan bazı ard niyetli kişilerin karanlık emellerini önceden farketmiş olmamız, demokratikleşme sürecinde gösterdiğimiz başarılarımıza bir yenisini eklemlerken, eklemlerimizde duyduğumuz sızıların günden güne, aydan aya, yıldan yıla ve nihayet bir kademe daha ilerleyelim ve asırdan asıra diyelim, artışındaki kararlılık, bizim, bizi örnek alanlara verebileceğimiz en büyük tavsiyelerden biri olsa gerektir. Uzun lafın kısası, her şey aslına rücu edecektir. Benim sizden rücum, pardon ricam ancak şu olabilir: Her lafa kulak asmayın. Zaten lafların çoğu boştur ve laf olsun diye söylenegelmektedir. Önemli olan doluyu bulmaktır. Bu bir süreçtir ve hep sürecektir. Gerekirse yüz yıl, o da yetmezse bin yıl. Bana bu fırsatı verdiğiniz için şükranlarımı sunar, yarışmacı arkadaşlara başarılar dilerim.
KUSURLU REKLAM ALDATIR
Bahçede asılı duran halının deliğinden, arka taraftaki tiyatro oyuncusunun kendi halinde yaptığı alıştırmaları kikirdeyerek seyreden Ünzile ile Fadime'nin bir hikâyeleri daha var. 70'lerin son yıllarında televizyonda bira reklamları çıkardı. Seyrettikleri o reklamlardan etkilenen, fakat reklamda açıkça belirtilmediği için alkollü bir içki olduğunu bilmeyen iki kardeş, deneyelim şunu diyerek bakkaldan birer şişe bira alıp eve gelmişler. Kola, gazoz türü bir şey içeceklerini düşünürken, hiç beklemedikleri bir tatla karşılaşan Ünzile ile Fadime, daha ilk yudumu bile içemeden birbirlerinin yüzüne püskürtmüş ve şu soruyu sormuşlar: "Millet nasıl içiyor bunu?!" Demek ki neymiş? Noksan bilgilendiren reklam, kusurluymuş.
SUÇLUNUN DA BÖYLESİ
Hâkim yumuşak bir eda ile hırsıza sormuş: - Sen bu efendinin cebinden gümüş tabakasını aşırmışsın, öyle mi? Hırsız bu mülayim tutumdan istifade için yılışıp inkar yolunu seçmiş: - Haşa efendim! Ben yankesici değilim; bunu hiçbir zaman kabul edemem ve hatta şahsıma hakaret sayarım. Bendeniz, efendiyi ahbabımdan biri zannetmiştim de latife olsun diye haberi olmadan almıştım. - Peki efendinin ahbabından olmadığını anladığın vakit niçin geri vermedin? - Efendim, belki latifeden anlamaz da beni yankesici zanneder diye saklamaya mecbur oldum.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Röportaj | Karikatür | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |