T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

K R O N İ K  M E D Y A
Bu, haber mi? Bu dil gazetecinin dili mi?

İşte gene aynı hikâye: Gene manşete taşınmış, habermiş gibi yapan bir köşe yazısı... Ama daha "özgün": İçinde hiç değilse birkaç haber kırıntısı barındıran benzerlerine bile benzemeyen, "yorum" bile diyemeyeceğimiz tuhaf bir köşe-manşet... Habertürk ve Ufuk Güldemir'den...

Ufuk Güldemir'in "Manifesto" köşesinden Habertürk'ün (27 Ocak) manşetine tırmanan, hacim olarak da içerik olarak da "sıkletsiz" yazı-haber, köşe-manşet... Manşetteki başlığı, alt başlığı ve spotları aktaralım önce, siz de anlayın nasıl bir şeyle karşı karşıya olduğumuzu:

VATAN HAİNİ DEĞİL, ACEMİ...

Kıbrıs sorununu çözebileceğini zannetmek her yeni başbakanın yüzünde çıkan sivilcedir. Sonra geçer... Erdoğan ve Gül, Kıbrıs dosyasına hakim olmadıkları için, Kıbrıs sorununu yaratıcılıkla 'çözülebilir' zannediyorlar. Tıpkı, Saddam'ı konuşarak ikna edebileceklerini zannettikleri gibi... Özal da iktidarının ilk yıllarında benzeri bir yaratıcılık ve çaba içinde olduğu için eleştiriliyordu. Sonra dosyayı öğrendi ve Denktaş'a teslim olarak kurtuldu. Saddam'a da tavır aldı... Gül de Erdoğan da genç ve atak. Diplomatik dosyalara henüz hakim değiller. Kıbrıs'ı çözeceğini düşünmek bir gençlik halidir ve her başbakanın başına gelir..."

İnanın, yazının kendisi de bu kadar zaten... Spotlarda olmayan, ama Güldemir'in meseleye kendi yaklaşımını ortaya koyduğu için önemli olan şu cümleyi de alırsak, yazının tümünü okumuş oluruz:

"Sorunu Türkiye'nin de menfaatine uygun şerefli bir şekilde çözebilirler sanıyorlar.. Oysa bilmeleri gerekiyor ki Türk tarafı açısından Kıbrıs'ta şerefli tek çözüm yolu mevcut yoldur. Politikacıların bunu öğrenmesi zaman alıyor, öğrenene kadar saçmaladıkları için de Kıbrıs'ı satacakları düşünülüyor..."

İçerikten başlayıp üslûba doğru gidelim... Habertürk'ün genel yayın yönetmeni "Türk tarafı açısından Kıbrıs'ta şerefli tek çözüm yolu mevcut yoldur" buyuruyor. Peki, madem bu sonuca varmak sadece ve sadece "Dosyalar"a vakıf olmakla mümkün (Güldemir'in temel tezi, iktidara gelenlerin ancak bundan sonra "adam oldukları"nı vâzetmiyor muydu?), bu durumda Güldemir'in de "Dosyalar"a vakıf olduğunu apriori olarak öne sürebiliriz, öyle değil mi? Yani şöyle: Gazeteci, herkesin görür görmez ikna olduğu ama her nedense açıklanıp bütün ulusun ikna edilmesinin akıl edilemediği "Dosyalar"ı görmüş, ikna olmuş, şimdi de dönüp okurlarına "bana inanın, bu iş böyle" demiş oluyor. Fakat gazeteci, her nedense tıpkı devlet gibi bu bilgileri okurla paylaşmaya razı değil...

Sonra o üslup... O nasıl tepeden bakma, o nasıl kibir? "Gül de Erdoğan da genç ve heyecanlı. İkisi de idealist... Dış politika dosyalarına henüz nüfuz etmiş değiller..." Yani yanlarında olsa kafalarını okşayacak, yanaklarına şöyle bir iki şaplak atacak gibi... "İyi çocuklar aslında ama zamana ihtiyaçları var" der gibi...

Ya o Emin Çölaşan'dan apartılmış "bunlar" kalıbı? "Bunlar vatan haini değil, sadece acemi..." derken takınılan o küçümseme tavrı?

TEDİRGİN EDİCİ MUTLULUK

Gazetenin haber koordinatörü Reha Mağden, gazetesinin manşetinde bu "haber"in yer aldığı gün, Habertürk'te herkesin çok mutlu olduğunu yazdı:

"Biz 'tedirgin edici bir biçimde' mutluyuz. Bağımsız olmanın bedeli var, değil mi? Bedeli, 'çok çalışarak yorulmak' ve 'gazetecilik hazzı' arasındaki bir sarkaçta kendini gösteren 'garip' bir ödeme tarzı oluyor. Biz çok iyiyiz. Çok merak ettim, neden iyiyiz? Arkadaşlarıma, çok sevdiğim, sürekli benim odamda çay ve sigara içen çocuklara baktım. Nedir bunları 'iyi' yapan?"

Gazetenin editörlerinden Sibel Korkmaz, bu soruya şu cevabı vermiş: "Ben bazı büyük gazetelere sahip medya gruplarından teklif aldım, ama gidemiyorum. Neden biliyor musun Reha abi, şu toplantılarda konuşmalarımız, sayfaları yaparken, o başımda duran patronun, benim bütün öğrendiklerimi yeni baştan düşünmeme neden olan müdahaleleri, beni buraya bağlıyor..."

Çoğunuz biliyorsunuzdur, ama bilmeyenleriniz de vardır; bu paragrafta sözü geçen "patron", gazetede "Manifesto" başlığı altında köşe yazıları da yazan Ufuk Güldemir... (A.G.)

Ne tercih ama!

O tuhaf "gen" haberlerinden sonuncusu Hürriyet'teydi (27 Ocak): "SALDIRGANLIĞA EKSİK PET-1 GENİ YOL AÇIYOR... Aşırı derecede saldırgan ya da yüksek düzeyde anksiyete yaşayan insanların bir genlerinin eksik olabileceği bildirildi. ABD'deki Case Western Reserve Üniversitesi'nden bilimadamları, deneylerinde özel olarak yetiştirilmiş farelerdeki PET-1 adı verilen geni çıkardılar. Bu genleri çıkarılınca farelerin huzursuz ve saldırgan olduğunu gördüler..."

"Tuhaf" diyoruz, evet, çünkü işler böyle giderse, bir süre sonra suçluların, "Ben yapmadım, genim yaptı; iradem dışıdır, beraatimi talep ediyorum" yollu savunmaları yakındır... Neyse, meselemiz bu değil, meselemiz, Hürriyet gazetesinin bu haber için seçtiği fotoğraf... Büyük ihtimalle Amerikan kaynaklı olan fotoğrafta, bir gösterici iki polisin nezaretinde götürülüyor... Göstericinin tişörtünde Che Guevara'nın fotoğrafı... Fotoğrafı oraya koyan meslektaşımızın bilincinin "dış"ı ona bir oyun oynamış belli ki... "Saldırganlık" kelimesinin "gösteri" kelimesini çağrıştırdığı bir "bilinç dışı..."

Bu tür fotoğraf tercihlerinin "taammüden" olanları da var tabii... Onlardan birini, 27 Ocak tarihli Zaman'daki yazısında Ahmet Turan Alkan anlattı. Gözümüzden kaçmış, aktarıyoruz:

"Geçen hafta Yenicami'nin çalınan çinileri sebebiyle verilen bir haberde çok ilginç bir resim dikkatimi çekti: Fotoğraf şöyle: Çini panolu duvarın önünden bir adam geçiyor. Takkeli, kara şalvarlı, kara sakallı, enine tıknaz ve âdeta irticâya karşı hassas gazetelerde karikatürü çizilen tiplerin yaşayan numûnesi cinsinden bir adam. Altında ise 'camilerden boyuna çini çalınıyor' haberi. Fotoğrafçı herhalde bu kare için çinileriyle meşhur bir camide bir kenara oturup saatlerce beklemiş olmalı. Gerisini okuyucu tamamlar nasıl olsa diye düşünmüş editör; 'Kim çalar cami içindeki çinileri? İşte resimde görüldüğü gibi göbekli şalvarlı, kara sakallı bir yürüyen irticâ heykeli!'"

Hep vurguluyoruz, "fotoğraf tercihi çok şey söyler" diye. İşte size iki güzel örnek… (A.G.)

Habere hakkını vermek...

Emekli maaşlarına seyyanen (her kademeye aynı miktarda) uygulanan 75 milyon liralık zammın altından çapanoğlu çıktı... Anlaşıldı ki, bu zamdan sonra, maaşlara her ay uygulanan enflasyon oranında artış artık uygulanmayacak; ta ki, enflasyondan kaynaklanan artışların toplamı, peşinen verilen 75 milyon liraya ulaşıncaya kadar...

Bir başka deyişle, emekliler daha aylar boyunca Ocak ayında ne maaş aldılarsa onunla yetinecek...

Uygulamanın böyle olacağı, Akşam gazetesi tarafından henüz zamlı maaşlar ele geçmeden duyurulmuştu. Akşam, çok önemli bir habercilik yapmıştı ama haberi hakkıyla değerlendirememiş, ekonomi sayfalarında kullanmıştı...

Ardından birkaç köşe yazarı meseleye değindi fakat onlar da fazla etkili olamadı... Sonunda, aradan iki hafta geçtikten sonra, bu "bayat" haberi Dünden Bugüne Tercüman'ın manşetinde gördük (26 Ocak). Bakmayın siz "bayat"ı tırnak içine almamıza; Tercüman'ın tercihi aslında gayet yerindeydi... Çünkü milyonlarca insanı ilgilendiren bir haberdi bu ve o milyonların pek azı durumdan haberdardı...

Gazetecilik okullarında, "haber değerleri" faslının en önemli maddelerinden birinde, "Bir haber ne kadar fazla insanı ilgilendiriyorsa o kadar önemlidir" denir... Ama son yıllardaki bilinen "kayma"dan dolayı olsa gerek, emekli haberi hak ettiği değeri görmemişti basında: Biliyorsunuz, son yıllarda büyük kitlelerin sıradan dertleri "out", küçük azınlıkların "ilginç" hayatları "in"... (A.G.)

Gene 'o fotoğrafı kim çekti?' meselesi

Ajanslardan gelen fotoğraflara ajansın ve fotoğrafı çeken muhabirin adını koymama vefasızlığı devam ettiği sürece, Kronik Medya'da "teşhir" görevimizi sürdüreceğimizi daha önce birkaç vesileyle dile getirmiştik... Hemen belirtelim, aslında her gün oluyor bu tür vakalar, fakat biz meseleye ancak hemen hemen bütün gazeteler aynı güzel fotoğrafı yayımlayınca "uyanabildiğimiz" için, teşhir görevimizi arada bir yerine getirebiliyoruz...

İşte onlardan biri... AK Parti Genel başkanı Tayyip Erdoğan'la eşi Emine Erdoğan'ı Davos'ta gösteren "romantik" karenin ilginç olduğu, fotoğrafı yedi gazetenin birden, hem de birinci sayfalarında kullanmasından belli...

Yedi gazeteden dördü (Akşam, Yeni Şafak, Dünden Bugüne Tercüman) ne fotoğrafı servise koyan Anadolu Ajansı'nın adını anıyor ne de fotoğrafı çeken muhabir Ömer Tekdal'ın; biri (Zaman) sadece ajansın adını kullanıyor; ikisi (Hürriyet ve Sabah) olması gerekeni yapıp hem Anadolu Ajansı'nın hem de Ömer Tekdal'ın adını veriyor...

Star ise çok farklı bir uygulamaya "imza atıyor": Bu gazetemiz, sözünü ettiğimiz fotoğrafa, tam bir sayfa ayırdığı 14 Davos fotoğrafının arasında yer vermiş. Sayfanın altında şöyle yazıyor: "Fotoğraflar: Arif Akdoğan." (A.G.)

Çok da ısrarlı: 'Barış'ı illâ ki 'savaş'la sağlayacak!

10 yıl kadar önce "Körfez Savaşı" münasebetiyle ülkede esen bir hava, Irak meselesi münasebetiyle tekrar gündemde. Bu "hava"yı şöyle özetlemek mümkün: Dünyanın "tek süper gücü"nün ön ayak olduğu bir savaşa sempati duymamak (eğer "ahmaklık" değilse) olsa olsa ancak "naiflik"le açıklanabilecek bir tavırdır.... "Naiflik"tir, çünkü bu tavır dünyadan haberdar olmamak, tarihin ne yönde seyrettiğinin farkında olmamak ve tabii en önemlisi tarihin sırasında savaşmayı göze alan milletler tarafından çizildiğinin bilincinde olmamak gibi olumsuz özelliklerin bir ürünüdür... Yani özetle, esaslı bir "tarih bilinci"ne sahip olanların bu bilinçten hepten yoksun olanlara "Tarih"in yönünü işaret etmek için verdikleri zorlu bir mücadele! Çok eski, 19. yüzyıla ait ya da diyelim Birinci Dünya Savaşı sonunda ömrünü tüketmiş bir "dünya görüşü" tabii ki... Savaşsız bir dünyanın mümkün olduğunu ileri sürenleri geçen yüzyılın başında sesini yükselten Sorel gibi "temel yasalardan haberi olmayan embesiller" olarak nitelemeye niyetlenen eski bir görüş....

"Bir uluslararası kriz ortaya çıktığı zaman, kalıcı bir barışı sağlayan yol ille de 'barışçı çözümler' olmayabilir"miş. 10 üzerinden 10 aldığı "Siyasi Tarih", "savaşsız" bir "barış"ın imkansızlığını gözler önüne sermekteymiş.... "Hadi bakalım, ertesi gün senaryonuzu söyleyin" diye ısrar ediyor. ABD'nin Irak'ı vurup, komşumuzun yeniden "tanzim" edilip bizim "Saddamsız" kalmamız mı iyi, yoksa savaşa giremeyen ABD'nin "Büyük bir küskünlük duygusu ile kenara çikilmesi"yle "Saddamlı" bir Irak ile başbaşa kalmak mı? Yani özetle savaş mı, yoksa barış mı iyi? "Anlatmak istediğim şu" diyerek ısrarını artırıyor: "Barışçı çözüm kalıcı ve gerçek bir barışa zemin sağlamadığı zaman, daha büyük ve acılı savaşların gübresi olur." Madem öyle, "kalıcı bir barış" ufukta görünmüyorsa en iyisi savaşmak değil de nedir!

Demek ki "barış" istiyorsan savaşacaksın!

Aynen Napoleon'a atfedilen şu özdeyişin ruhuna uygun olarak: "Her zaman barıştan söz etmek ve savaşmak gerekir." (K.B.)


28 Ocak 2003
Salı
 
YÖNETENLER: Kürşat Bumin
Alper Görmüş


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED