T ü r k i y e ' n i n   B i r i k i m i

Y A Z A R L A R
Dili dillendirmeli!

Bu hafta yine "okur mektupları" üzerine birşeyler yazmak niyetindeydim ama geçen haftaki yazılarımla ilgili olarak gelen yeni mektuplar beni bu niyetimi gerçekleştirmekten alıkoydu. Pazar günkü yazım, takdir edileceği üzere, sadece latifesi ağır bir "pazar yazısı" idi. Kişinin latifesini bir de ayrıca şerhetmeye kalkışması edebe aykırı olacağından, maksadın hasıl olduğunu ve alâka duyanların latifenin kendisi üzerinde yeniden düşünmeleri gerektiğini söyleyebilirim. Yılmaz Karakoyunlu Beyefendi'nin mektubuyla ilgili olarak yazdığım "İmdi mi, şimdi mi?" başlıklı bir önceki yazıya gelince, bu yazı dolayısıyla hem kendilerinden hem de diğer okurlardan gayet ilginç ve teşvik edici mektuplar aldım. İlginç ve teşvik edici idiler; zira içlerinde "dil" hakkında yazmayı sürdürmemi isteyen ve İlm-i Belağat terminolojisini tam anlayamadıkları için bazı genel açıklamalara ihtiyaç duyduklarını belirten "iletiler" olduğu gibi, memleket savaşın eşiğindeyken lisan-belağat meselelerini tartışmanın ne faydası olacağını beyan edip bazı sitemlerde bulunanlar da vardı.

Günceli gündemime almak yerine, gündemimi güncele taşımayı tercih ettiğim bu köşenin okurlarınca iyi bilinir. Bu bakımdan sayın Karakoyunlu'nun ikinci mektubunu da ilk mektubu gibi bu meselelerin mütalaasına bir vesile telakki ettiğimi, genişçe cevap vermemin de vesile'den ziyade bizzat vesile'nin konusuna önem atfetmemden kaynaklandığını belirtmek isterim. "Mütalaa" kelimesini bilhassa kullanıyorum; zira "münakaşa" aklımın ucundan bile geçmemişti. "Bir yazı okunup anlaşılmak için yazılır. Günümüzde koltuğunun altına 'Kamûs-i Osmânî' koyarak köşeyazısı okuyacak sabır ve tahammülde genç kalmadı" diyorlar ki hiç de haksız sayılmazlar. Lakin adına herkes (!) denilen kitleler tarafından anlaşılıp anlaşılmamayı umursamayan ve herkesin (!) anlayacağı şekilde yazmayı marifet addetmeyen biri niçin hizaya girmeyi önemsesin? ("Hiza": günceli gündemine alanların sıraya dizilecekleri hattın adı!)

Asırlarca lisan meselelerinin zirvelerinde dolaşmış bir medeniyetin mensupları olarak dili, dilbilimi, kısacası Belağat İlmini ne kadar ihmal ettiğimiz, acımadan bu muhteşem dili nasıl da öksüz ve yetim bıraktığımız malum… Ne lisanımız, ne de lisanımızın belağatı kaldı… Canım Türkçemiz gün geçtikçe solan, kuruyan bir gül gibi boynunu bükmüş bir halde… "Teşrik-i mesai" yerine "teşvik-i mesai", "malumu ilam" yerine "malumu ilan" diyen düşünürler mi istersiniz, "şunu ya da bunu haiz" yerine "şuna ya da buna haiz" deyû "haiz" ile "dair" sözcükleri arasındaki farkı bile bilmeyen edebiyatçılar mı, yoksa "Selatin camileri"ni "Selahattin Camileri" sanan gazeteciler mi? Erbabında hassasiyet kalmayınca, gençler ne yapsın!?

O halde sadece dilimizi konuşmamalı, aynı zamanda dilimiz üzerine de konuşmalıyız!

Peki tam da savaşa girmemize ramak kalmışken mi?

Değil sadece savaşa girmemize ramak kalmışken, savaşın içindeyken bile dilimiz/düşüncemiz üzerine düşünmeli/konuşmalı, konuşabilmeliyiz!

Unutulmasın ki en ciddi Kamus yazımı teşebbüsleri, en hararetli lisan (ıstılah) tartışmaları I. Dünya Harbi'nin tam da ortalarında iken yapılmıştı. (Ya Şark ve Garb klasikleri koca diziler halinde ne zaman yayımlanmaya başlamıştı dersiniz?)

"Kamus namustur" diyenler sadece savaşın değil, mağlubiyetin içinde bile ilim ve irfanı önemsemişler, bu konuda birşeyler yapmak azmini elden bırakmamışlardı. Malta Sürgünlerinin çoğu esarette iken İtalyanca ve İngilizce öğrenmişler, birçok kitabı esirken Türkçe'ye çevirmişlerdi. Babanzade Ahmed Naim'in Rabier'dan çevirdiği Mantık kitabının üzerindeki tarih 1919'dur! Fikir tarihimiz faal mütefekkirlerin gayretleriyle sadece fetihler sırasında değil, işgaller sırasında da sürekliliğini korudu, korumaya çalıştı. Böylelikle memleketimizin sınırları kadar, o sınırlara anlam veren, hayatiyet veren değerlerin de muhafazasına ehemmiyet atfedildi.

İşte bu nedenle lisan ve belağat meselelerini konuşmanın tam zamanı… Dileyenler dilediklerini konuşabilirler, biz ise fütursuzca (!) "düşünmenin ve konuşmanın kuralları" üzerine konuşmaya devam edeceğiz. Düşünmenin kurallarını İlm-i Mantık, konuşmanın kurallarını İlm-i Belağat mevzû edindiğine göre, bu ilimler dolayısıyla kendimize hem düşünmeyi (Düşünce'yi), hem de konuşmayı (Dil'i) mevzû edinmekten çekinmeyecek, insanoğlunu hayvanlardan ayıran yegane yetiyi, kuvve-i nutkiye'mizi (düşünme/konuşma yetimizi) faal tutmayı sürdüreceğiz.

Niçin?

Beşer doğmayı değil, insan olmayı önemsediğimiz için!

Ne garip değil mi, ilki zarurî, ikincisi ihtiyarî!?


15 Şubat 2003
Cumartesi
 
DÜCANE CÜNDİOĞLU


Künye
Temsilcilikler
ReklamTarifesi
AboneFormu
MesajFormu

Ana Sayfa | Gündem | Politika | Ekonomi | Dünya
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat| Arşiv
Bilişim
| Dizi | Röportaj | Karikatür
Bu sitede yayınlanan tüm materyalin HER HAKKI MAHFUZDUR. Kaynak gösterilmeden çoğaltılamaz.
© ALL RIGHTS RESERVED