|
AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ |
| |
|
|
|
Bugünkü Yeni Şafak |
|
|
|
|
|
|
Geçtiğimiz pazar günkü sayısında Observer gazetesi, 11 Eylül sonrasında Afganistan'da Taliban tarafından tutuklanan İngiliz kadın gazetecinin Müslüman olduktan sonra başına gelenleri anlatan bir yazısını yayınladı. Yvonne Ridley'in daha sonra kitaplaştırdığı Taliban macerasına ve Batılı (İngiliz ve Amerikan) istihbarat servislerinin hayatı pahasına olayı nasıl maniple ettiklerini bu köşede yazmıştım. Tekrar hatırlatmakta fayda var: Ridley, 28 Eylül 2001'de kaçak girdiği Afganistan'da Taliban yönetimince yakalanır, günlerce sorgulanır. Bu arada Batılı haber ajanslarında Ridley'in Mossad ajanı olduğu gerekçesiyle Taliban tarafından idam edileceği haberleri yayılınca 11 Eylül sonrasına uygun olarak tüm dünyanın dikkati bu tutuklu kadın üzerinde yoğunlaşmıştı. 10 gün süren tutukluluk halinin sona ermesiyle, beklenmedik bir açıklama yaparak Amerikan istihbaratını suçlayacaktı. Taliban'ın sorgulama sırasında kendisine İsrail ve Mossad ilişkisi hakkında soru sormalarının arkasında Batılı istihbarat ajanlarının olduğunu fark ettiğini söyleyecekti. Özetle Ridley şunu iddia ediyordu: Amerikan ve İngiliz istihbarat servisleri İisrail gizli servisiyle ilişkisi olduğunu ima eden haberleri basına sızdırarak, Taliban yetkililerinin, kendisinin İsrail ajanı olmasından kuşkulanmalarını sağlayarak öldürmesini hedeflediler. Böylelikle Taliban yönetiminin, masum bir batılı kadın gazeteciyi öldürerek nasıl kadın düşmanı bir ideolojiyle beslenen rejim olduğu dünyaya gösterilmiş olacaktı. Bu kanaate ise, özel dosyalarının evinden çalınması ve tutuklu olduğu sırada İsrail'le ilişkisini ima eden haberlerin yayılması üzerine sorgulamanın yönünün aniden değiştiğini fark etmesiyle varacaktır. Amaçlarının, kendisinin hayatı karşılığında Amerikan bombardımanının meşru gösterecek bir propaganda malzemesi haline getirilmesidir. Ridley, sanıldığı gibi fizik bir zorlamaya maruz kalmadan serbest bırakılır ve İngiltere'ye döndükten sonra düşmanın dinini merak eder ve Kur'an'ı okumaya başlar, Müslüman olur. Batılı görünümüyle Müslüman olması sosyal hayatını fazla etkilemez. Ridley, Observer'da tesettürü uygulamaya başlamasıyla içinde doğup büyüdüğü toplumda hayatın kendisi için ne kadar zor ve baskıcı bir hal almaya başladığını anlatıyor. Bir ay öncesine kadar her şeyin normal akıp gittiği günlük hayatı tam bir ayrımcılığa dönüşüyor. Yolda el kaldırdığı taksicinin kendisini İslami kıyafetiyle görünce yüzüne bile bakmadan gaza basması, metrodaki tanımadığı yolcuların düşmanca bakışı, bir başka taksicinin "arka koltuğa bombalı paket bırakma" türünden tehditle karışık istihzai ifadeleri… "Tüm yaptığım sadece başıma örtü geçirmekten ibaret" diyor Ridley; İngiltere gibi kıta Avrupasına nazaran daha liberal bir toplumda başına gelenlere inanamıyor. "Açıkladığım sürece kafamın içindeki görüşleri yargılayabilirsin, ama tesettür kolumu, bacağımı örterek bedenimi yargılama hakkını elinden alır." Bu yaşananlar sokaktaki insanın tepkisiyle sınırlı olsa yine kültürel farklılıkla açıklanabilecek bir durum olabilirdi. AHİM kararlarından gittikçe yaygınlık kazanan resmi uygulamalara bakarak AB'nin "medeniyetler buluşması" mı yoksa bir "entegrasyon projesi" mi olduğu yahut AB'den neyi bekleyip neleri beklememek gerektiği üzerinde "ikna edilmiş"lerin yeniden düşünmesi gerekiyor. Özellikle AB görüşmelerinde Avrupalı yetkililerin yüksek sesle ifade etmekten çekinmedikleri, "kendi ülkemizde daha fazla başörtülü görmek istemiyoruz" ifadesi bu konuda ayaklarımızın yere basması gerektiğini ihtar etmektedir.
Eski ateistin eskimeyen önyargıları
İkinci ihtida hikayesi yine İngiltere'den ama bu kez bir felsefeciyle ilgili. Associated Press'in haberine göre ateizmin en önemli savunucularından felsefe profesörü Antony Flew "tanrının varlığı" konusundaki düşüncelerini değiştirdiğini açıkladı. Bir felsefecinin soyut tanrı fikri konusunda kanaat değiştirmesinden tabii bir şey olamaz. 50 yıl sonra fikir değiştirerek tersi yönde bir sonuca varabilirdi. Zaten Flew, Darwinci evrim teorisine katılmadığını dile getirirken, kitabi dinlerin tanımladığı çerçevede bir tanrı fikrine sahip olmadığını, özellikle İslam ve Hristiyan inancındaki tanrı düşüncesine karşı olduğunu belirtiyor. Her iki dinin tanrı düşüncesinin "despotik ve kozmik Saddam Hüseyinler ürettiğini" iddia ediyor. Ateist çevrelerde, ünlü felsefe hocasının açıklamalarının epey tartışılacağa benziyor. Ateist felsefecinin tanrı fikrine nasıl ulaştığı konusunda söyledikleri, yöntem ve batı düşüncesini temelleri hakkında bizdeki sözüm ona ateistler açısından ilginç olabilir: "Platoncu Sokrates ilkeleri hayatım boyunca bana rehberlik etti: nereye götürürse götürsün delileri takip et." Ateist ya da deist, modern veya postmodern tüm batı düşüncesinin tapu senedi sonuçta burada birleşir. Farklı sonuçlara varabilirsiniz, ama Yunan felsefesini atlayarak ne felsefe geliştirilebilir ne de düşünceniz ciddiye alınır. Batı düşüncesi tüm aşamalarda entelektüel meşruiyet kaynaklarından beslenmeyen hiçbir fikrin itibarı olamaz. Tıpkı Yahudi-Hristiyan (Judeo-Christian) ve Roma geleneğinin bugüne olan etkisi gibi. Bu bağlamda, felsefi anlamda ateizm bile İslam söz konusu olduğunda herhangi bir dine karşı takındığı tavırdan farklı bir duruş sergiler: önyargılar, tarihi gelenek, kültürel kodlar bunu besleyen ögelerdir. 1994 yılında yazdığı "İslam ve terör" isimli makalesinde Flew; İslam ile komunizmi (tehdit anlamında ikisinin Batı karşıtlığına yapılan vurguya dikkat) bir makalede: "İslam batılı anlamda bir din değildir, bir inanç ve hayat tarzı, bir doktrin ve davranış kodu, değerler bütünü, din ve sosyal kuralları içeren tarihte realize edilmiş bir sosyal hareket" diye tanımlıyor. Flew, İslam'a "otoriter karakterli", " korku ve aşağılayıcı terör olgusu"ndan beslendiği yaftasını asarak, terör ve İslam konusunu adeta sebep- sonuç ilişkisine indirgemekten çekinmiyor. Burada önemli olan, eski ateist felsefecinin bu önyargısını tanrıya inandığını söylerken de değiştirmemesidir. Ve bu önyargı ne Londra'nın en gelişmiş bir semtindeki taksiciyle ne de Türkiye'yi medeniyetler buluşması'na davet ettiklerine inanmamız istenen Avrupalı siyasetçilerle sınırlı. Batı ve İslam ilişkisi herhangi iki farklı kültürün, medeniyetin ilişkisi değildir. Hal böyle olunca romantik beklentilere girmeden gerçekci bir perspektife ihtiyaç bulunmaktadır. Kritik soru: AB Türkiye'yi tarihi 'önyargıları'ndan arınarak mı almak istiyor yoksa Türkiye'yi tarihi 'değeryargıları'ndan arındırarak mı içine almak istiyor? Bu soruyu sorup cevabını aramak, 'içe kapanmak' da değildir.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |