|
AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ |
| |
|
|
|
Bugünkü Yeni Şafak |
|
|
|
|
|
|
Dünkü yazıda kısa bir "giriş" yapmıştık... 80'li yaşlara ulaşmış bulunan cumhuriyetimizin "sosyal haklar" ve dolayısıyla "sendikal mücadele" ile arası işin başından beri iyi olmamıştı. İlk otuz yıl "Sınıfsız ve imtiyazsız bir kitleyiz" şeklindeki faşizan bir klişe ile geçiştirilmiş, mecburen (yani yanlış anlaşılmasın, CHP'nin ya da İsmet İnönü'nün "arzusu" yönünde değil!) girilen "çok partili hayat" süresince de gel-gitler eksik olmamıştı. (Hatırlıyorsunuzdur, bu gel-gitlerin iki unutulmaz örneğiyle de 12 Eylül ve 28 Şubat dönemlerinde karşılaşmıştık.) Sonra da zaten "yeni-liberal" politikalar çıkagelmişti... Artık "sendika" olmasa da olurdu... "Sağ-sol" meselesi bittiğine göre artık "sendika" adı verilen kurumlar da anlamsızlaşmıştı.. Devlet-işveren-işçi üçlüsünün "kardeş kardeş" birarada yaşamak dururken, birbirlerini yıpratmasının ne anlamı vardı? Hep birlikte üretecek, zenginleşecek ve güzel güzel bölüşecektik... Herkes üzerine düşen sorumluluğu göstermeliydi... Falan filan.... "Sendika" adı verilen kuruluşlarda -sanki yeni bir hadiseymiş gibi- hakim olan çarpık ilişkilerden de çok söz eder olmuştuk. Aslında bu konuda ne söylense yalan da değildi yani; kasalarda trilyonluk birikimler, özel televizyonlar, beş yıldızlı oteller, yüksek ücretler, yüksek tazminatlar, lüks otomobiller, vesarie... İşte Neşe Düzel'in sırasıyla sendikacı Mustafa Paçal ve sendikalı emekli işçi Mehmet Tıraş ile yaptığı iki röportaj, sendikaların tam da bu "sefahat düşkünü" ve anti-demokratik yapılarını-yüzlerini sergiliyordu. Mustafa Paçal, röportajın hemen başında işin bu yönünü güzel özetliyordu: "Türkiye'de sendikacı denince akla gelen şeyler çok olumlu değil. Sendikalar ve sendikacılar, toplumda destek gören, cazip bulunan kişiler değil. (...) Türkiye'de sindikalar bir türlü sivil toplum örgütü olamadı, iç yapısında demokrasiyi geliştiremedi. Zaten bundan ötürü bizde sendikal yapılara hâlâ 'teşkilat' deniyor. Merkezin ya da yönetimin teşkilatı anlamına geliyor." Çok güzel bir özet doğrusu... onlara hâlâ "teşkilat" deniyor... Paçal, ülkemizde sendikalara musallat olan diğer birçok illeti de açıkça sıralıyordu. Yönetimi üyeler belirlemiyor; sendikalarda mali denetim çok yetersiz; sendika yöneticilerinin "kıdem tazminatları" hepten ölçüsüz; "kasayla yönetim arasında gizemli bir ilişki" hakim; sendika yöneticileri sırf "hayat koşulları" bozulmasın diye AB karşıtı cephede yer alıyorlar; sendikalar "sendikal bürokrasi"nin yönetiminde.... Mehmet Tıraş'ın açıklamaları da benzer tespitler içeriyordu. Ayrıca Tıraş, Petrol Ofisi'nin İzmit tesislerinden emekli bir işçi olarak KİT'lerde "çalışmadan ödenen" işçiler hakkında da yararlı bilgiler veriyordu: "KİT'lerde bir iş garantiniz var tabii. Ben 24 yıllık iş hayatımda, işe gelmedi diye atılan bir işçi hiç görmedim. 22 yıl işte yan yana olduğum biri, hiç çalışmadan emekli oldu." Peki KİT'lerde geçerli "sendikacılık" nasıl bir şey? Tıraş: "KİT'lerde çalışan işçilerin sendikası yoktur. KİT'lerde devletin sendikası var. KİT'lerde işçiler referandum yoluyla sendikasını seçmiyor. Devletin belirlediği sendikalar, o KİT'te yetki sahibi oluyor ve işçi o sendikaya üye olmak zorunda kalıyor. (...) Devletin ideolojisinin yanında yer alırsanız ihya olursunuz. Devletin söylemine karşı çıkarsanız imha olursunuz. Kürt sorununa değindi diye, Petrol-İş Sendikası'nın başkanı Mühir Ceylan'ın sendikacılığı bitirildi, hapsi girdi." Tıraş'ın Düzel'e yaptığı açıklamalar içinde, sendikalarda "mali denetim"in ne durumda olduğuna ilişkin de yararlı bilgiler var: "Ben sendikaya bireysel olarak başvurdum, ödediğim aidatların nasıl harcandığını görmek için mali denetim raporunu istedim. Petrol-İş Sendikası Sekreteri Adnan Özcan, 'Biz genel kurul kararı gereği işçilere böyle bir bilgi veremeyiz' dedi. (...) Mesela kongrede paraları gündeme getirdim, beni konuşturmadılar. Beni destekleyen dini bütün bir arkadayım vardı. Paraların hesabını sorduk diye onu irticacılıkla, beni de PKK'cılıkla suçladılar." Paçal gibi Tıraş'ın da bu konularda anlattığı-anlatacağı çok şey vardı. Ayrıca söylediğim gibi, butün bu bilgiler toplumun önemli bir bölümü tarafından tek tek bilinmese de hiç değilse kuvvetle sezilen şeylerdi. Demek ki sendikal hakların tanınmasından itibaren devlet bu örgütlerin büyük bölümünü de bir "ideolojik aygıt" gibi kullanmış; bu kuruluşlarda kapıları pencereleri üyelerinin denetimine sıkı sıkıya kapayan bir "bürokrasi"nin hakim olmasına göz yummuş. Peki bu durumda biz bu fevkalade olumsuz tablodan hareketle nasıl bir sonuç çıkarmalıyız? Bazılarının yaptığı gibi bu olumsuz tablodan hareketle ülkedeki sendikalar ve sendikal hareket hakkında "Madem öyle olmasa da olurlar" türünde bir sonuç mu çıkarmalıyız, yoksa ülkenin AB'ye üyelik yolunda ilerlediği şu dönemde onların ıslahına yönelik arayış ve umutlarımızı canlandırmaya mı çalışmalıyız? Hükümet, işveren sendikaları, medyanın büyük bölümü ve tabii bugün sahip oldukları "birikimleri" kaybetmek istemeyen sendika ve sendikacılar ne düşünür bilinmez ama makul seçimin ikinci seçeneği işaretten geçtiği muhakkak. İsterseniz "insan hakları"nın günümüzde hangi kategoriler altında toplandığını bir kez daha hatırlayalım: "Sivil, politik, ekonomik, sosyal ve kültürel". Dolayısıyla, "sosyal hakları" ve bunun tabii bir sonucu olan "sendikal mücadele"yi "unutmuş" gibi yaparak "medeni bir ülke" olabilmek mümkün değil.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |