|
AYDINLIK TÜRKİYE'NİN HABERCİSİ |
| |
|
|
|
Bugünkü Yeni Şafak |
|
|
|
|
|
|
-Avrupa'da Türkiye konusunda bütüncül bir karar yok. Bazı AB ülkeleri Türkiye'nin üyeliğini samimi olarak destekliyor. Türkiye'nin üyeliği konusunda mesafeli duranlar arasında da gerekçeler açısından bir müştereklik gözükmüyor. Bunun anlamı, Türkiye'ye karşı AB'den kategorik olarak ortak bir red kararı çıkmayacağıdır. Bunun diğer anlamı, Türkiye'ye karşı rezervlerin tek tek ülkelerin çıkarları, hesapları ve bu çıkar ve hesapları diğer ülkelere dayatmaları ile ilgili olduğudur. -AB zirvesinde kararın oy birliği ile alınması gerektiği için, bir tek ülkenin tavrı da önemlidir. Dolayısıyla, Türkiye'nin üyeliği, herhangi bir ülkenin hayati çıkarlarını tehdit ediyor olursa, o ülkenin, ne pahasına olursa olsun Türkiye'ye kendi şartını dayatması beklenmelidir. Bu noktada nasıl Türkiye "Şu olmazsa masadan kalkarız" diyorsa, söz konusu ülke veya ülkeler de masadan kalkma tehdidi koyabilirler. -Türkiye'nin önünde, en az on yıllık bir müzakere süreci bulunmaktadır. Bu zaman, hem yasal çerçevede hem uygulamada Türkiye'nin AB standartlarına uyum zamanıdır. İyi niyetli bir yaklaşım, yani, sonunda Türkiye'nin AB ile bütünleşebileceğini dikkate alan bir yaklaşım, her meselenin bu zaman içinde çözülebileceğini dikkate alır ve ona göre birlikte çözüm arayıcı bir tavır sergiler. Ancak "Seninle geçinmeye niyetim yok ki..." yaklaşımı, daha baştan yol kesici, ya da kısa vadede Türkiye'den bazı şeyleri koparıp, sonra dışlayıcı tavırlara-hesaplara yönelir. -AB çevrelerinde bazı tavırlar var ki, sahiplerini mazur görebilirsiniz. Diyelim, kamuoyunu ikna meselesi... Fransa'nın bazı tavırları böyle okunabilir. Chirac'ın tabanı ile problemi var. Belki "ucu açık" ifadesi, kendi kamuoyunu tatmin açısından anlam taşıyabilir. Yani "Türkiye'nin üyeliği garanti değil, bakın ucunu açık bıraktık, adamlar on yıl müzakere edecekler, biz onay vermediğimiz takdirde tam üye olamayacaklar" gibi bir mesaj yollamak mümkün. Ancak bu tavrın bile iyi niyet boyutu sorgulanabilir. Acaba Chirac, "Ucu açık diyelim, halkımızı idare edelim, sonra Türkiye için gerekeni yaparız" gibi mi düşünüyor, yoksa, "İşte halkımızın istediği gibi Türkiye'ye tam üyelik sözü vermiyoruz. Ama müzakereleri de başlatıp, Türkiye'yi küstürmemiş oluyoruz. Bakalım sonunda ne olacak, 10 yıl sonra kim öle kim kala..." yaklaşımı ile mi hareket ediyor? Ben şahsen, "Ucu açık"tan başlayıp "Özel statü"ye doğru uzandığı izlenimi veren her ifadenin, müzakere sürecini anlamsız kılacak ve baştan kötü niyet taşıyan bir ifade olarak okunabileceği kanaatindeyim. -AB çevrelerinde başka bazı tavırlar var ki, onları gündeme getirenleri iyi niyet içinde görmek zor. Bunların başında Kıbrıs Rumlarını tanımak geliyor. Kıbrıs ve Rumlar meselesi, AB adına tam bir fecaat tablosudur. AB'nin mutlak kötü niyetli olduğunu düşünseniz, Rumları AB'ye almaktan başlayıp bugün onları tanıma dayatmasına kadar uzanan her safhayı, Türkiye'yi AB'ye almamak, buna karşılık, alacakmış gibi yaparak Kıbrıs'ı Rumlara armağan etmek amacını taşıyan planlı bir oyunun parçası olarak görebilirsiniz. Yoksa "Birileri oyuna getirdi AB'yi, ya da AB'de müthiş bir kafa karışıklığı var...." gibi mi düşünmeliyiz? Başta söyledim, AB bir bütün halinde hareket etmiyor. Dolayısıyla "Kıbrıs Komplosu" da ortak bir ihanet planı olmamalı. Ama bir oyunun varlığı da kesin... Şu ortamda, Kıbrıs'ta çözüm olmadan Rumları tanıma gibi bir dayatma ile yola çıkan açık ve örtülü her tavrı, hele bu ortak bir tavır olursa, bir kötü niyet işareti olarak okumak, en doğru okumadır. Benzeri bir durum, serbest dolaşım için söz konusudur. Eğer Türkiye'nin önüne 10 yıl sonra, yani müzakerelerden ve Türkiye'nin uyum için atacağı hayati adımlardan sonra bile "kalıcı dolaşım sınırlaması" getirilmek istenirse, bu, müzakerelerin de, uyum çabalarının da anlamsız olarak görüldüğünü ve "Aslında ben Türkiye ile oynamak istemiyorum" mesajı taşıdığını düşünmek gerekiyor. Bu çerçeveden baktığınızda Ermenistan'la ilişkilerin ya da soykırımın kabulü ile ilgili taleplerin AB ile ilişkilerle ne alakası var, sorusu da sorulabilir. "Karar anı"na doğru sadece birkaç adım kaldı. Son safhada Türkiye kaynaklı açıklamalar daha çok "ahde vefa" gibi "samimiyet" gibi daha çok ahlaki alanlara yönelmeye, "küçük hesaplardan kaçınma, sratejik düşünme" gibi sıradan politikacı refleksinin ötesinde, devlet adamı tavrı sergileme çağrısına dönüşmeye başladı. Avrupa'dan gelen ve Türkiye'nin AB üyeliğinden yana olup, başka hesap taşımayan sesler de AB'yi "çifte standart"tan, "ayrımcılık"tan kaçınmaya çağırıyor. Şu anda gerçekten Avrupa, iki dünyanın buluşması noktasında kendisinden bekleneni yerine getirmiş bir Türkiye ile karşı karşıya ve sınav duygusu yaşıyor. Elinde güçlü itiraz malzemeleri yok ve öne süreceği şeylerin, hem İslam dünyasında hem bizzat Avrupa'daki pekçok çevrede "kötü niyet işareti" olarak algılanması riski ile karşı karşıya... -Gerekçen ne? diye sorulacak Avrupa'ya ve onun -Gerekçem Türkiye'nin bizzat kendisi, demekten başka bir cevabının olması istenecek. Çünkü bu cevap, kopkoyu bir "ayrımcılık" ve tabii "medeniyetler çatışması" zihniyeti taşıyacak. Ben Brüksel'de Türkiye'nin AB'den daha rahat bir pozisyonda olacağını düşünüyorum. Hele Türkiye, "Teşekkür ederim, ben almayayım" "Ankara kriterleri der, yolumuza devam ederiz" diyebilecek bir halet-i ruhiyeyi içselleştirdikten sonra... Dün Avrupa Parlamentosu'nda yapılan oylamada Türkiye'ye tam üyelik yolunun açılması yolundaki raporun 262'ye karşı 407 oyla kabul edilmesi, tam üyeliğe aykırı, özel statü öngören tüm önergelerin ise reddedilmesi AB adına ilk adımın olumlu atıldığının göstergesi oldu. Bu Avrupa halkları adına da olumlu bir görüntü. Ancak soykırımın kabulü dayatması ve Kürt meselesi ile ilgili yaklaşımlar bu olumlu görüntüyü hâlâ bulandırıyor.
|
|
|
Kültür | Spor | Yazarlar | Televizyon | Hayat | Arşiv Bilişim | Dizi | Çocuk |
© ALL RIGHTS RESERVED |